15 Kasım 2007 Perşembe

SENİN VE SENİN VE SENİN (Çeviri)

1920-2001 yılları arasında yaşamış bir İngiliz kriptografı olan Leo Marks’ın, çevirisini yaptığım bir şiirini sizlerle paylaşmak istedim. Sevgilerimle…


SENİN VE SENİN VE SENİN

Sahip olduğum bu hayat
Sahip olduğum her şeydir
Ve sahip olduğum bu hayat
Senindir…

Sahip olduğum bu hayatta
Sahip olduğum aşk
Senindir ve senin ve senin..

Sahip olacağım uyku,
Sahip olacağım erinç,
Hatta ölüm bile, sadece bir durgu

Uzun yeşil çimenlerdeki
Yıllarımın huzuru için
Senin olacak ve senin ve senin…

Şiir: Leo Marks
Çeviri : Koray Sıpçıkoğlu

30 Ekim 2007 Salı

BİZ UNUTURUZ

“Hayatım akşam gelirken ekmek almayı unutma”
“Tabii ki aşkım. Unutur muyum hiç?”

*******

Bütün gün iş güç, kolay değil ekmek parası kazanmak.
Akşama doğru eve dönüş yolunda kafada bir soru işareti belirir.
“Yahu hanım bir şey istemişti ama neydi? Nrydiii…Neydiii?”
Yok işte hatırlayamıyorum. En iyisi arayıp sormak.
“Alo, hayatım sen sabah benden ne istemiştin?”
“Hayda, aşkım ekmek istedim ya.. Bunu da mı unuttun?”

*******

Birkaç sene önce Ankara’da Yüzüncüyıl’dan Kızılay’a gitmek için
bizim durağın taksilerinden birine bindim.
Genelkurmay tarafı köprü yapımı nedeniyle, yukarı yol yani Dikmen tarafı
yol çalışması nedeniyle kapalı. Daha doğrusu tek şeride indirilmiş de
kapalıdan bir farkı yok.
Bizim taksinin şoförü veryansın edip duruyor.
“Bu Melih yüzünden ne hale geldik kardeşim. Bittik yahu.
Ben bu Melih’in……………”
Küfürler arka arkaya sıralanıyor.

********
Aradan bir hafta geçti, Genelkurmay tarafında yol açıldı.
Ben yine Kızılay’a gideceğim. Aynı taksiye denk geldim.
Şoför yine aynı. Fakat sanki birisi bir sihirli değnekle beynini
boşaltmış, hafızasını silivermiş.
“Yahu evlat, bizim bu belediye ne güzel çalışıyor. Aferin Melih’e değil mi?
Yiyor falan ama yine de yapıyor çocuk şimdi…”

Unutma süresi tam bir hafta.
Balık hafızasına çok yakın.

*********

Birisi kalkıyor “Ananı da al git…” diyor, unutuyoruz.
Şehitlere “kelle” diyor, unutuyoruz.
Bölücübaşı kuklaya “sayın” diyor unutuyoruz
Daha öncesinde bunların hocaları:
“Ben aspirini çikolataya kaplar size yuttururum” dedi unuttuk.
Bunların eskiden laikliğimize küfür ettiklerini bile unuttuk.

*********
Yıllarca bölücülerin başı rolünü oynayan kuklayı, kapattığımız yerde unuttuk.
400 milyar dolar borcumuzu unuttuk.
Daha dün özellikle “Evet” yazan tarafını beyaz,
“Hayır” tarafını kahverengi yaparak (İnsan doğasında elindeki
boyayıcı maddeyi en açık renkli zemine sürerek ne çıktığını görme dürtüsü vardır)
ucuz oyunlarla neye oy attığımızı bilmeden referandumlar yapıldı, ne yaptığımızı
neyi oyladığımızı sormayı unuttuk.

Bizim çocuklarımız ellerinde silahla dağlarda can verirken birilerini çocukları
nasıl olduğu hala açıklanamayan çürük raporlarıyla Amerikalarda ticarete atıldı,
şimdi köşelerinde yeller esen gazeteciler yazdı, çizdi.
Biz okuduk ama unuttuk.
Hatta bu uğurda köşelerinden kovulan, işlerinden atılan gazetecilerimizi de unuttuk.

*********
Bu ülkenin özgürlüğü adına dedelerimizin can verdiğini,
açlık ve sefaletle geçen yıllara rağmen bugün böyle güzel bir
vatana sahip olabilmemiz için verilen mücadeleleri unuttuk.
Okula giderken; her hafta başı, bayramlarda törenlerde okuduğumuz
Andımızı unuttuk.

*********
Katledilen gazetecilerimizi, yazarlarımızı,
yakılan sanatçılarımızı
asılan gencecik fidanlarımızı unuttuk.
Tarihimizi unuttuk.

********
Geçtiğimiz ay elliden fazla kınalı kuzumuzu
şerefsizler şehit etti.
Üç, beş gün bağırdık çağırdık, neredeyse unutacağız.
Yüzümüze “Bunları biraz oyalayın unuturlar zaten” dediler,
dediklerini bile unuttuk.

**********
Biz ki evimize ekmek götürmeyi bile unuturuz, telefon açar eşimize
“Ne istemiştin?” diye sorarız.
Biz unuturuz arkadaş, ne acı ki unuturuz.
Balıklar bile bizden daha uzun süre hatırlar ama biz unuturuz.
Çünkü bize unutturdular.

Neyi mi?
Aslında biz kim olduğumuzu unuttuk…

5 Ekim 2007 Cuma

KAHVE BASKISI

KAHVE BASKISI

Degerli yegenim Memo,

Bu satırları siye bir şey danışabilmek için Hamza emmiye yazdırıyem. Yegenim evvela anayın, dedeyin, emiyin, emminoglu Hüsiin’in velhasıl tanıdık tanımadık aha da köydeki herkeşin bolca selamı var. Halan gızı Fado’yu emmin oglu Hüssin’e verdik. Ben garşı çıkıyem emme diynetemedim. Bebeleri ecük bücük çıkarısa günahı vebalı benden getti gayrı.

Her neyse yegenim sen şimdi merak ediysen diye haber verem. Bak yegenime söyliyem, Hıdır aganın gızı Zeyno, hala evdedir seni bekliyi. Göynünü ferah tutasan heç yalnışı yohtur. Hele bi okulu bitir memlekete dön, davullu zurnalı dernek dügün seni bekliyi. Hele de sözüm var, yegenime diyim, masrafın benden. Hele ki sen oku da abukat çık.

Koç yegenim Memo, sen ki böyük şeherde okıysen, bilse bilse bizim Memo bilir didim, sen de biliysen bizim burada beyle incelikli işlere kafası basacak ne adam çıkaaar ne de zaten öyle kafa var. Okuyan da bi sen çıktın ki rahmetli deyyus babey bile şüphe etti şek etti sen okuyanda. Hele ki bu bebe kimden ulan bizde böyle gafalı bebe çıkmaz deyi anayı eyi bi benzettiydi hatırlıyem.

Neyse yegenim sözü fazla dolandırmıyem Hamza emmi diyir ki senin daktilon mu var, kısa kes akıllı ol. Aha da şimdi edecegim sualı bilen ve derdimi verdigim bir Hamza emmin bir de sen varsan, daha da kimse bilmesin istiyem. Yegenim, bi halt ettik yengeni kazadaki okuma kursuna gönderdik. Eyi oldu okuyo da yazıyo da fakat gel gör ki bizim hatun okudukça bir garip oldu. Abuk subuk sualler desen onda. Yemiyi içmiyi kalın kalın kitaplar alıyi, oku babam oku. Ağşamınan yimeği ocakta koymuş yandırmış, hepimizi aç yatırdı vallah. Bişi de diyemiyok deli kibin hareketler oluştu bünyesinde. Bi laf ediyi aklım gidiyi.

Gafayı takmış; gadın hakkı, nezaket felan. Neyimiş ben gendisine deger veriy miymişim, yegenime diyim bir günden bir güne bir çiçek vermiş miyim gendine. En sonunda düneyin dedi ben gidiyem. Dedim gadın nere gidiysen hele. Dedi anamın evine gidiyem. Önce diyeceğdim dilimin ucuna geleni ya yuttum nefesimnen. Baktım ki ciddi, toplamış bohçayı gidiyi, dedim nedir lo senin derdin. Dedi biye çiçek al gelirem belki. Dedim otu bıtı çiçegi davara veriyik sen nedecen çiçegi, dedi romanda okumuş adam garısına çiçek veriyi çok ormantik neyse ondan oliyi. Çekti getti.

Şimdi yegenime diyim ben veririm çiçegi de biliysen anası gilin damı bizim gayfenin alt yolunda. Hele bir düşün beni elimde çiçeginen gayfenin önünden geçerken. Neler dimez hakkımda bu deyyuslar iki gün sonra. Himmet aga yumuşamış mı dirler, yuları garıya gaptırmış mı dirleer. Nedecem bilemiyem. Bizim gayfenin baskısı üstümde senin anlayacağın.

Eh koç yegenim sen şeher görmüş adamsın. Sizin oralarda mahalle baskısı neyin varımış. Onları gonuşurken bizim gayfenin biye baskısı olayını da bir çözsen diyim. Selametle cevabını bekliyem. Hamza emmin çok uzadı deyi söviyi bitiriyem.

Himmet dayın agzıynan yazan Hamza emmin

17 Eylül 2007 Pazartesi

GÜMÜŞ (Çeviri)

Sevgili Dostlar,
İmgelemleri ile ünlü, İngiliz şair ve yazar Walter de la Mare (1873 – 1956)’den yaptığım bir çeviriyi sizlerle paylaşmak istedim.
Bu şiiri okurken üşüdüğünüzü hissedebilirsiniz.
Sevgilerimle.


GÜMÜŞ (Walter de la Mare, 1873 – 1956)

Yavaş ve sessizce şimdi ay
Gecenin içinde yürüyor gümüş ayakkabılarıyla

O yana bu yana dikkatle bakıyor ve görüyor
Gümüş ağaçlardaki gümüş meyveleri

Birer birer pencereler yakalıyor
Gümüşi saz damlarda ışık demetlerini

Bir kütük gibi kulübesinde beliriyor
Gümüş pençeleriyle uyuyan köpek

Gölgeli korunaklarında beyaz sineleri gözlemleniyor,
Gümüş bir kuştüyü uykuda güvercinler

Ekin faresi koşturarak gidiyor
Gümüş pençeleri ve gümüşgözleriyle

Ve suda hareketsiz balık parıldıyor
Gümüş derenin içinde gümüş sazların yanında

Şiir: Walter de la Mare
Çeviri : Koray Sıpçıkoğlu

12 Ağustos 2007 Pazar

KIŞIN AKŞAMVAKTİ (Çeviri)

1913’te İngiltere’nin saray şairi seçilen Robert Bridges’ten yaptığım bir çeviriyi sizlerle paylaşmak istedim.
Sevgilerimle


KIŞIN AKŞAMVAKTİ

Gün batmaya başlamıştı
Sona ermekteydi akışı
Ama hiçbir şey yerini söylemiyordu
Nereden güneşin batışı

Puslu karanlık derinleşiyordu
Dar sokakların yukarısında
Duyabilirdiniz ama göremezdiniz
Yolunu bulabilenin kayboluşunda

Bir motor nefes nefese mırıldanmaktaydı
Gecenin içinden
Azalan dumanı kaybolmaktaydı
Alçalan gökyüzünden

Sırılsıklam dallardan sular damlıyordu
Gecenin derinlerinden
Damlalar kesilmeyecekti
Ağaçlık yolun içinden

Evin içinde uzun bir adam
İskemlesi dayanağı
Biliyordu bir daha asla
İlkbaharı koklayamayacağını

Kalbi işten yıpranmıştı
Başı dönüyor ve bezmiş
En yakındaki saman yığınına bile
Kalkıp gidememiş

Ömrünün sabahını düşünüyordu
Sağlıklı, güçlü yıllarını
Ve cesaretle karşılayabiliyordu
Gecesinin karanlığını ve gözyaşlarını

Robert Bridges
Çeviri: Koray Sıpçıkoğlu

11 Ağustos 2007 Cumartesi

BİR GÜN YENİDEN AYNALARLA DOST OLACAKSIN

BİR GÜN YENİDEN AYNALARLA DOST OLACAKSIN


Korkularını yakalamaya çalıştığını gördüm. Titredin, çocuksu ama sinsi bir gülücük yerleşti dudaklarına. İlk kaybedişinden bu güne kadar çektiğin tüm iç acılarını silip atmak isteği dudak ucundaki o aşağılık kıvrıma oturmuş, seni senden uzaklaştıran o bakışın en önemli unsurunu oluşturuyordu. Bilinmezlik kaderin olsun istemezdin. Kimse istemez. İyi de, kim bilebilir hangi aşkın sonucunun ne olacağını? Çok fazla yaşamak lazım, çok badireler atlatmak. Fena sayılmazsın bu konuda. Herkesin derdi kendine dağ görünür, seninki de sana, yadsınamaz.

Ağlamanın hiçbir işe yaramadığını şimdiye kadar öğrenmiş olman gerekiyordu. Benim sana anlatmam ne ifade edecek ki? Zaten bildiklerini hatırlatmaktan öteye gidemem. Boş bir dünyanın boş bir köşesine fırlatıldığını bir süre düşünmek, hissetmek zorundasın kendini yeniden bulmak için. Bu yediğin ilk kazık değil, son hüsranın da olmayacak. Alışmak zorundasın. Karşındakiler sen değil. Vermekten vazgeçmediğin sürece alamayacaksın. Ellerin boş kalacak.

Sabrın mı kalmadı? Ya sana katlananlar? Ya senin ardından ağlayanlar.? Hep onlar suçlu zaten. Sen kendini bulmaya çalışırken kobay ettiklerinin vebalini kimlerin ödemesini isterdin? Aynadır hayat, döner dolaşır kendini görürsün. Sadece o anını yansıtmasını bekleme. Tüm izleri kare kare kalır hayatın sırlı camlarda. Silemezsin, boşuna uğraşma. Tüm karelerde var olacaksın çünkü bu senin aynan. Sadece karanlıkta korunabilirsin kendinden. Karanlıkta kendini göremezsin aynanda. Başka bir problem var şimdi de. Karanlık seni sadece senden koruyabilir. Çevrende olan bitenler devam edecek ve ışık olmadan kendini bunlardan koruman imkânsız. Hep güzel şeyler olmayacak. Birkaç yumruk uçuşacak, birkaç tokat. Kendinden korunacaksın, kendi tokatlarından; bu sefer başkaları vuracak.

Çağır kendini. Bağıra bağıra ismini söyle. Çatlasın aynan. Kaç herkesten, kaç çevrendekilerden. Bir karanlık kutuya hapset kendini. Bir demli çay içmek istediğinde çay kaşığınla, bir bardak su istediğinde sudaki aksinle yüzleşeceksin. Varlıklar sana düşman. Tüm var olanları yık, bir boşluğa at kendini. Aynanın kırık parçaları parçalayacak yüzünü, ellerini.

Yara bere içinde son bulacak hayatın bir zaman diliminin en bilmediğin noktasında.

Bence vazgeç bu savaştan. Toparla kendini. Ağlama artık. Kırdığın aynanın arta kalan parçalarını da topla avucuna. Düz bir yerde birleştir birleştirebildiğin kadarını. Kendini bul yeniden. Kendini gör. En perişan halinde mutlu olacaksın. Kendini özlediğini ve başka gerçek dostun olmadığını anlayacaksın.

Canın öyle çok yanacak ki zamanla, bir gün yeniden aynalarla dost olacaksın.

9 Ağustos 2007 Perşembe

GALİBİYET - HÜZÜN

GALİBİYET

Dalgaların
Dalgakırana
Galibiyetidir,
Kavuşmak…

HÜZÜN

Dalgakıranın dirayeti
Hüznüdür kumsalın…

9 Temmuz 2007 Pazartesi

ZAMANE SİYASETİ

ZAMANE SİYASETİ

Portakalı soydum
Başucuma koydum,
Ben bir yalan uydurdum,
İktidar oldum...

22 Haziran 2007 Cuma

GÜNEŞİN KRALI

Buyrun sizlere bir hafta sonu hikayesi. "Uçurum Hikayeleri" kitabımdan.
Güzel bir hafta sonu dilerim.

Koray Sıpçıkoğlu
*************


GÜNEŞİN KRALI

Tarlanın diğer ucundaki tepenin, Karabaht Vadisi'ne bakan tarafındaki "UÇ"urumdan "UÇ"tu, "Güneşi tutacağım" diyerek. Köyün delisi miydi? Değil. Fırtınalı gecelerde sokakta uyumak o kadar canını yakmıştı ki, o kadar çatlamıştı ki elleri Körtalih Köyü'nün gecelerinin ayazından, o kadar bu köyün adamı olduğu belliydi ki talihinden; gitti, hem de uçarak.

Yanlışlıkla Servet Ağa ayağına takılıp da düşenden beri almamışlardı köy kahvesine. Oysa ne güzeldi kahvedeki soba başında muhabbetler. Hele bir de iki kuruş varsa elde avuçta; bir simit, iki tavşan kanı çay vay anam vay..Yıllarca köyün bütün davarını o çekip götürmüştü ardı sıra özgürlüğe. Davarlara özgürlük türküleri söylemek bile ayrı bir delilik sayılırken köyde, varsın deli desinler tüm türküleri ezberlemiş bir de üstüne kendisi türküler dizmişti özgürlük yollarında. Sadece özgürlük mü? Sevdaya da, aşka da, yalnızlığa da, hatta rahmetli babası kendisine karşı geldi diye, Servet Ağa'nın yıllar önce yaktığı tek göz evlerinin bahçesindeki kırmızı erik ağacına bile türkü yakmıştı.

Bir baş ağrısıdır gidiyordu son zamanlarda. Oysa alışmıştı da soğukta uyumaya. Bu sene de kış çok sert geçmişti. Muhallebicinin kızı Şükriye'yi hayal ederek uyumaya çalışmıştı, eski arkadaşı şimdi yüzüne bile bakmayan Hasan gilin ahırının yan tarafında bir çukurda.Çukurun dibine naylon sermiş, üstünü de samanla kapatmıştı. Üç gece önce yağan kar sabah kalktığında kemiklerini sızlatıyordu. Şükriye bile kar etmemişti bu sefer. İliklerine kadar donmuştu. Bakkal Şevket'in oğlu gizli gizli bir bardak çayla biraz şeker vermeseydi, herhalde üç gün önce kavuşacaktı anasıyla babasına.

..............................................

Karabaht Vadisi memleketin adını ad yapan vadiydi. Körtalih Köyü kışların en soğuk geçtiğinin kıpkırmızı noktasıydı koskoca meteoroloji haritasında bile. Kırmızı noktalı masmavi bir buz soğukluğu, apaçık gökyüzünde tüyler ürperten ayazlardı özelliği. Güneş hiçbir yerden bu kadar net görünmez, lakin hiçbir yerde de bu kadar az ısıtmazdı. Sobaya yaklaşan eller gibi, güneşe doğru ellerini kaldırırdı insanlar bir parça ısınsın parmak uçları diye, nafile.

"Dünya'nın en yalancı kahpesi...." derdi Salih Usta. "Gösterir de vermez yıllardır, biri bir gün uğruna gidecek ya hayırlısı..."

...............................................

Şükriye güneşten daha güzel, Şükriye güneşten daha parlak, Şükriye rüyaların kadını. Her gece önce hayal eder, sonra rüyalarında görürdü Şükriye'yi de, her sabah şeytana uymuş uyanırdı. "Akşam olur karanlığa kalırsın / Derin derin sevdalara dalarsın / Oy gelin gelin / Sevdalı gelin öldürdün beni" . Türkü gibi yaralar açıldı önca ellerinde. Yüreğini göremezdik. Bir umuttu türkü, bir kaçış "Öten bülbül senin yuvan mı yoktur / Yoksa benim gibi derdin mi çoktur / Oy gelin gelin / Sevdalı gelin / Öldürdün beni." Kendi de türkü olmuştu. Sazın bam teli gibi gerilen yürekte soğuğun acısı. "Beni duyup yad ellere varırsan / Sana zulüm bana ölüm değil mi / Oy gelin sevdalı gelin öldürdün beni." Zulüm de ölümde dünyada var. Sevda her yerde. Ölünce de seversin, belki cehennem ateşine bile dayanır sevdalı yürek. Soğuktan donmaktansa, sevdanın da ısısıyla cehennemde yanmak fikri hiç de fena gelmiyordu kulağa. Her gece Şükriye uğruna şeytana uyulunca her sabah Kıçdonduran Deresi'nde yunmak yerine cehennemde cayır cayır yanmak fikri...

"Uçurumun kenarına tahta bir çit gerelim, çoluk çocuk bir şey gelir başına......." deyince Ahret Kahya

"Yok ulen..." dedi Servet Ağa. "Biz de buralarda büyüdük bize bir şey oldu mu? Akıllı adam bebe de olsa kollar kendini. Yasaklarız o tarafa gitmeyi olur biter." dedi. Yani dediğinden beri, ki dediği dedik bu ağanın herkes bilir falakasının tadını, köyün Karabaht Vadisi'ne bakan tarafına gitmek yasaktı.

Soğuktan elleri, yüreği parça parça koştu uçuruma doğru. Karabaht Vadisi ayaklarının altındaydı. Bir türkü dilinde kaşık çalar gibi el şıklatarak gidiyordu. "Çiçekler ekiliyor güzelim haydı haydı / Bahçaya dikiliyor aman nideyim nasıl edeyim / Sen orada ben burda güzelim haydı haydı / Böyle zor çekiliyor aman nidelim nasıl edelim / Gel yanıma sevdiğim bize gidelim." Sanki gelecekti çağırınca Şükriye kendisiyle. "Bahçada gül ağacı güzelim haydı haydı / Dibinde iki bacı aman nideyim nasıl edeyim / Sinemdeki yaranın güzelim haydı haydı / Sen olasın ilacı aman nidelim nasıl edelim / Gel yanıma sevdiğim bize gidelim." Sıcacık Şükriye güneş gibi. Sıcacık eder yüreğini cehennem ateşi bile olsa. Şükriye güneş gibi, ama Körtalih Köyü'ne doğan güneş gibi. Muhallebisini yemiş uyuyor evinde kalçasında bir eli, eklemleri terlemiş, aklında Servet Ağa'nın oğluyla Servet Ağa'ya ait, köyün tek traktörünün arkası kapalı römorkunda yediği nanelerden aldığı akıl almaz keyif.. Pırıl pırıl Şükriye, Körtalih Köyü'ne doğan güneş kadar kahpe.

"Güneşi tutacağııım...." diye bağırarak koştu Karabaht Vadisine bakan "UÇ"urumun "UÇ"una. Bir tek Bakkal Şevket' in oğlu gördü. "Duuur abi duuur nereyeee..."diye bağırdı.

"Gidiyom.." dedi. "Güneşi tutacam ben, Şükriye'me gidiyom, cehennemde yanmaya gidiyom."

"Ağabey yasak oralara gitmek... Servet Ağa yasakladı..."

"Kıçımı yesin Servet Ağa, söyle ona bundan sonra ben Güneş Kralı'yım ve bu köyde istediğimi ısıtıp istediğimi donduracağım, sen hiç üşümeyeceksin Hasret, korkma..." dedi.

"UÇ"tu Karabaht Vadisi'ne kolları güneşe uzanarak yere çakılana kadar. Yere çakılıp çakılmadığı da bir muamma, kimse bulamadı cesedini. Deli miydi? Değil. Belki de en akıllısıydı köyün. Hep yaptığı gibi yakışanı yaptı. Karabaht'a da, Körtalih'e de. Babası RAsim ve annesi RAbia'ya.Gerçekten soğuktan iliklerine donarak işlenmiş bir yazgıyı, güneşin kralı olarak bozdu RAmazan.

Koray Sıpçıkoğlu "Uçurum Hikayeleri"nden...

8 Haziran 2007 Cuma

OLAĞANALTI, REZİL, ACİZ HAL BÖLGESİ

Yine üç il olağanüstü hal bölgesi ilan edildi.

“Olağanüstü” sıfatının Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde anlamı:
1- Alışılmıştan, benzerlerinden farklı olan, fevkalade.
2- Beklenmedik bir zamanda yapılan, önceden tasarlanmamış olan, fevkalade.
3- Büyük bir hayranlığa yol açan, harikulade.

“Olağanüstü hâl” birleşik sözünün anlamı da:
Sıkıyönetimden önce, sonra veya bundan tamamen bağımsız olarak kanunla belirtilen olağanüstü yetkilerin sivil yönetime verilmesi ve kullanılması durumu, olarak belirtilmektedir.

Doğu ve Güneydoğu’da olağan hâl, pek görülmüş bir durum olmadı hiçbir zaman.
Kim neyin peşindedir bu da adam gibi açıklanamadı taht korkularından.
Hele şimdi, seçim arifesinde, taht sahiplerinin yorumsuz kalmaları;
bölgede gündüz tarlada gece dağdaki oyları kaybetmemek için olsa gerek.

Şehit ailelerinin yürekleri cayır cayır yanarken birileri kozmik dairede poposunun üzerine oturup 38 saat seçmen listesi hazırlamak için vakit harcıyor, bunu da marifetmiş gibi açıklıyor.

Memleketin Şark’ında yine aynı şarkı söyleniyor mermiler arasında, yine aynı ağıt yakılıyor üzerine.

Memleketin üç kenti “Olağanüstü hâl” ilan ediliyor. Neresi olağanüstü ise?
Alışılmıştan, benzerlerinden farklı bir durum olduğu doğru ama fevkalade değil.
Beklenmedik bir zamanda yapıldığı doğru ama önceden tasarlandığı ortada ve yine fevkalade falan değil.
Büyük bir hayranlığa yol açmayacak kadar büyük bir hayvanlık olduğu ise aşikar ve harikulade falan hiç değil.
Yani terörün bizim sözlükteki “olağanüstü” kelimesiyle uzaktan yakından alakası yok.

“Olağanüstü hâl” birleşik sözcüğündeki tanımın ise tekrar tekrar okunması ve tekrar yazılması şart olmuş.
Tanımdaki hangi sivil yönetim ve hangi yetki kısmını hukukçularımız en güzel şekilde açıklayacaktır sanırım.

Partisine siyasetçi ararken: “Çünkü ben, en mükemmel varlık olan insanın hiç bir tanesine kalkıp da adeta yani piyasadaki bir manken gibi bakamam. Çünkü ben manken aramıyorum, ben siyasetçi arıyorum, özellikle derinliği olan.” diyen beyefendi, bu en mükemmel varlık olan insanın daha körpecik, gencecik, aslan gibi, koç gibisinden Tunceli’de 7, Siirt’te 3’ü şehit olduğunda partisindeki mankenler ne yapıyordu merak içindeyim.

Bu hâl olağanüstü falan olamaz. Bu hâl olsa olsa aciz bir hâldir ve olağanın da altında rezil bir durumdur.

Bu işin çözülmesi lazımdır.

Mankenleri falan işe karıştırmadan, adam gibi siyasetçilerle çözülmesi lazımdır.

Çünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi yan gelip yatma yeri değildir.

1 Haziran 2007 Cuma

İBO URFA’DAN BAĞIMSIZ ADAY

İbo: Leydiiis end centılmınıııııı…..Ağrı Dağı eteğindeeee….

Başkan: Sayın Tatlıses, Türkiye büyük Millet Meclisi kürsüsünde olduğunuzu hatırlayın lütfen…

İbo: Pardone miii hörmetler başkan bey…Sayın milletvekilleri şimdi beeen…beeeennn.. Aydemir neredesin yahu..Lahmacunlar geldi mi?

Aydemir Akbaş: Geldi geldi dağıttırıyorum çocuklara sen konuşmanı yap..

İbo: Saygılarımı sunarım.. Sevgili dinleyicilerim, pardon milletvekilleri, beeeeeen bugün sizlere lahmacun ve çiğ köftenin gayri safi milli hasıladaki yeri üzerine bir konuşma şeettirecektim.. Ne demiş büyüklerimiz ne kadar money o kadar çiğ köfte, ama olay bu değildir efendim, sayın Bülent Hanım kardeşimiz hakkımızda beyanda bulunuyor, beni hukukçularla karşı karşıya getiriyor. Al bakalım şimdi dokunulmazlığımız var, Büleeeent Büleeent ayağını denk alll. Aydemir lahmacun ver..

Aydemir Akbaş: Yahu İbrahim konuşmanı yap sonra yersin. Bu arada şu sarışın milletvekili de fena değilmiş ha yapsana bana..Bir film çekeriz aganigi falan haaa…

İbo: Ben iyi adamım, kötü adam değilim…Örneğin ne zaman Cem Uzan konuşsa ağlarım ben.. Bizim oralarda Okusford yoktu ki okuyamadık biz. Allah’tan okuyamadık da bak koç gibi milletvekili olduk.

Başkan: Konuya gelelim İbrahim Bey…

İbo: Geliyorum efendim. Merinostur halımız merinos ince narin allaah allaaaah… Lan o reklamdı değil mi? He vallahi de billahi de bakın şimdi çiğ köfte yaparken isotun hasını kullanmazsanız afedersiniz basur olursunuz. Bence Urfa başkent olsun, isot diyarı hem bi sürü de peygamber çıkmış. İnan olsun benim büyüdüğüm mağaranın dibinde hazreti Seyfullah efendinin haceti kurumuş hala durur…

Başkan: İbrahim bey son iki dakika…

İbo: Anladım efendim… Çigodi digodi yapma diyorsunuz yani… Şimdi benim küçük oğlan işlerin başına geçti. Yakında ona bir genel müdürlük ayarlayacaz tabii. Benim yeğenim çok o yüzden hakkımda konuşurken milletvekilleri dikkat etsin..Hayır kocaman delikanlı oldular söz geçiremiyorum. Büleeeent Bülent bak ben iyi adamım haaa kötü adam değilim ama artık kimsenin kadim dostu falan da değilim, dikkatli ollll. Benden sonra kürsüye Didem çıksın size bi kıvırtsın şöyle maşallah maaaşallaaah yavrum benim… Asena gibi olmasa da fena değil zam yapacam ona. Zaten ne kazanıyoruz şurada üç kuruş milletvekili maaşına devam. Ayrıca bu sene yeni bir kanun çıkaralım sayın milletvekilleri erövizyona ben gitmek istiyorum. Seneye de UEFA’ya katılacam….

Başkan: İbrahim bey son beş saniye…

İbo: Hörmet ederim sayın başkan… Van, tuuu, triii, foroooooooo….

30 Mayıs 2007 Çarşamba

AHLAKSIZLAR

Ahlak, kızlık zarı gibidir. Bir kere bozulursa artık kız değilsindir.
Bir kere ahlaksızlık ettin mi artık ahlaklı değilsindir.
“Azıcık ahlakı bozuldu.” denemez.
Ahlak’ın azı çoğu yoktur. Ya vardır, ya yoktur.
Ya ahlaklısındır, ya ahlaksız.

Bir kere bile hırsızlık yapsan artık hırsızsındır.
Bir kere bile yalan söylesen artık yalancısındır.
Bir kere bile tecavüz etsen artık tecavüzcüsündür.
Tövbe de etsen artık AHLAKSIZSINDIR.

Koltuğunu kullanıp oğluna gemi aldıysan,
Milyon dolar değerinde villaları nasıl aldığını açıklayamıyorsan,
Çevrendekileri koltuk gücünle zengin ettiysen
ve bu gücü halkının açlığına rağmen cemaatinin menfaati için kullanıyorsan,
Mal varlığının nasıl bir anda dağlar olduğunu düğün dernek takılarıyla açıklıyorsan
Cemaatinin çıkarları adına yaşadığın ülkenin rejimine kastediyorsan,
Dün söylediklerini bugün yalanlıyor, bugün söylediklerine zaten inanmıyorsan, AHLAKSIZSINDIR.

Kurtaracağız diye topraklarını gasp edip silah satmak uğruna insanları öldürüyorsan,
Müttefikim dediğin ülkenin askerlerinin başına çuval geçirebiliyorsan,
Aynı ülkenin başkentinde bomba patladıktan birkaç gün sonra uçaklarınla sınır ihlali yapıp
ülkedeki terörü susturmak için harekete geçen mekanizmaya göz dağı vermeye çalışıyorsan,
Yüzsüzlüğünün haddi hesabını geçmişse AHLAKSIZSINDIR…

Ve seni besleyen ahlaksızlardan güç alırsın.
Ve körler ve sağırlar birbirinizi ağırlar durursunuz.

Ahlak kızlık zarı gibidir.
Bir kere bozuldu mu artık kız değilsindir.
Ama tıp ilerledi ya, bunlar yine bir yolunu bulur.
Diktirir yine kız oğlan kız kesilir.
Çünkü bunlar AHLAKSIZDIR…

11 Mayıs 2007 Cuma

DENİZİN KRALI - Uçurum Hikayeleri'nden

Bir hafta daha bitiyor. Hafta sonuna hazırlık olsun diye bugün siyasetten bahsetmek yerine bir hikayemi paylaşmak istiyorum sizlerle. Bu hikaye "Uçurum Hikayeleri" kitabımdan. Umarım güzel bir hafta sonu geçirirsiniz.



DENİZİN KRALI

Beni ayaklarımdan yere çivilediler. İlk günlerde çok kızdım Muzaffer Usta' ya. Özgürlüğümden ettiği için beni, ne küfürler ettim bilemezsiniz. Düşünebiliyor musunuz; bir yanınız deniz, bir yanınız yemyeşil ormanken, birileri sizi arkanız denize dönük yere çiviliyor. Her ne kadar orman manzarası harikaysa da, özellikle yağmurlu havalarda; uzun zamandır denizi görememek ne kadar zor oluyor. Sadece sesini duyuyorum sürekli. Hiç sakinleşmez ki bizim buralarda deniz.

Haklısınız unuttum söylemeyi... Bahsettiğim deniz Karadeniz. Ben mi? Denize nazır, Muzaffer Usta' ya ait Çamlık Aile Çay Bahçesi'nin eskiden uçurum kayalıklarına bakan en eski bankı. Zamanında üzerimde bir de banka ismi yazılıydı, ama durur mu dalgalar. Bir yandan üstüme oturanlar, bir yandan dalgalar yazılarımı sildi. Allah var şimdi, Muzaffer Usta iki kere boyattı beni oğlu İsmail'e.

İsmail kırmızı severdi, kırmızıya boyadı beni. Ta yolun başındaki virajdan, bir tarafın deli mavisi bir tarafın vahşi yeşili arasından kıpkırmızı parlardım. Son üç yıldır boyatmadı beni Muzaffer Usta. İsmail uçurumdan kendini Karadeniz'in kayalıklarına atalıberi.

İsmail delikanlı çocuktu. Balıkçı Hasan Ağabey' in yanında büyüdü. Kral balıkçıydı Hasan Reis. Neler neler öğretmişti İsmail'e. İsmail hep söylerdi. "Önce Allah, sonra babam, sonra Hasan Ağabey gelir, başka da kimseden korkmam....."
Hasan reis "Oğlum ben de bir Allah'tan bir de ara sıra kudurdu mu şu deli denizden korkarım..." derdi.

"Yahu Hasan Ağabey balıkçı adam denizden korkar mı hiç? " diye sormuştu da bir keresinde İsmail

" Seyrederken dalıp gidersen delirtir adamı oğlum bu deniz, üstünde bir şey olmaz lakin seyrederken şaş kazara dalıp gidersen dellendirir adamı. Bu yüzden korkarım işte." demişti Hasan Reis.

Dediği gibi de oldu. İsmail önce aşık oldu Asiye' ye, sonra diline dolandı bir türkü " Ağısarın balını da gel salını salını / Adam cebinde taşır senin gibi gelini / Adam cebinde taşır da senin gibi gelini / Oy sevdiğim oy" İkici kısmı nakarat, en kolay ezberlenen yeri bu türkünün, zaten içinden gelir İsmail'in "Oy Asiye Asiye / Tütün koydum keseye / Baban seni veriyo da bir bağ pırasaya / Oy sevdiğim oy" da babası vermedi Asiye' yi bir bağ pırasaya da, bir pırasa bağına da.

Velhasıl İsmail taktı kafaya Asiye'yi vermeyince babası. Cebinde taşımayı düşünürken elini bile tutamadı Asiye'sinin; keseye koyduğu tütünleri, karşısında dili tutulduğu babasını bile hiçe sayıp; Sis Dağı'nın başları da küfur küfur esiyoken ve dahi babası o yıl kurbanı çifter çifter kesiyoken deniz' e nazır Çamlık Aile Çay Bahçesi'nin en eski bankının yani benim oturmalığıma ayağını basıp sırtlığıma oturarak Hasan Usta' nın "Dalma sakın haaa..." dediği Karadeniz'e gözleri dalarak sarıp afili kağıtlara duman duman savurdu.

Gittikçe rengi soldu İsmail'in. Gözlerinin rengi viran oldu. Hasan Reis, kokulu çay içerlerken, "Niye gelmiyo senin oğlan artık Muzaffer?" diye soruncaya kadar pek de kimse dikkat etmedi İsmail'in ne ettiğine. İkisi birden kafalarını çevirdiler banka doğru. İsmail'in arkası dönük. Kocaman bir dalga daha vurdu kayalara kırbaç gibi. Bu gün Karadeniz hepten deli. İsmail'in dilinde aynı türkü "Oy Asiye Asiye" ayağa kalktı İsmail.

Hasan Reis "Dur oğlum İsmaiiil..." diye bağırmaya hazırlanırken ayağa kalkıp,

"Kralıyım ulan bu deniziiiin...." diye bir nara salladı. Attı kendini kayalıklardan aşağıya en delisine denizlerin. Kaybolup gitti dalgaların arasında.

"Yine yaptı yapacağını bu deli deniz, Muzaffer....Bakanı delirtir Karadeniz demiştim bizim deli oğlana...." diyebildi Hasan Reis kısık sesle. Muzaffer Usta duydu bunu. İşte cenazeden dönüşte aldı eline çekici balyozu, çevirdi benim sırtımı denize, ayaklarımdan sabitledi beni Muzaffer Usta bir yandan ağlayarak iki gün sonra kıyıya vurduğuna kadar öldüğüne inanamadığı tek oğlu İsmail'inin ardından.

Hikayem budur beyim. Lazlıkla falan ilgisi yok ters durmamın uçurumun kenarında. Denizin Kralı İsmail'in son durağıyım ben.

10 Mayıs 2007 Perşembe

TÜRK MİLLETİNİN IŞIĞI

13 Mayıs’ta İzmir mitingi yapılacak. Katılımın çok fazla olacağı söyleniyor. 13 Mayıs’ın bir başka özelliği anneler gönü olması. Yani bu tarihte İzmir’de hem anneler günü kutlanacak hem de “anasını alan” mitinge katılacak.

Akademisyenler siyasetçileri hep korkutmuştur. Çünkü -azınlığı hariç- siyasetçilerimiz; Tommiks, Teksas okuyan, çizgili pijamalı, piknik tipi adam görünümündedir. Entelektüellikle yakından uzaktan ilgisi olmayan ve halkın dilinden konuşmak gerektiğine inanan bu vekiller, akademik terminolojiyi anlamazlar.

Akademisyenler de kendilerini halktan uzak sayarlar. Halkın dilini unutmuşlardır. Kendilerine ait bir terminolojileri vardır. Zaman zaman ben bile anlamakta güçlük çekerim ki, çoğu bilimsel konuda kavga içerisinde olmaları birbirlerini de pek anlayamadıkları görüntüsü vermektedir.

Öyle güzel bir sürece girildi ki aslında, akademisyenler sivil toplum örgütlerindeki görevlerini ifa etmeye ve toplumu bilinçlendirme adına mitinglerde konuşmalar yapmaya başladılar. Bu konuşmalarda halkın dilini kullanabildiklerini, yani anneleri gibi babaları gibi konuştukları zaman anlaşılır olabildiklerini gördüler. Aslında halk olduklarını gördüler.

Bir şehri öğrenmenin en iyi yolu kaybolmaktır. Biz demokrasimizin ve laik cumhuriyetimizin değerini anlayabilmek için neredeyse kaybolacaktık. Halkın önsezileri kaybolmak üzereyken harekete geçti ve birbirine ışıklar yakarak yol göstermeye karar verdiler. Böylece vurdumduymazlık sonucu istikamet edindikleri sonu karanlık yoldan çıkıp, aydınlığa doğru kendi ışıklarıyla ve birbirlerini de aydınlatarak gitme kararı aldılar.

Mustafa Kemal Atatürk nutkunda bu karanlığı ve gereğini yıllar önce dile getirmiş aslında:

“Müslümanları ve Türk milletini bu kerteye düşmüş sanmak ve İslâm dünyasının vicdan temizliğinden, ahlâk ve karakterindeki incelikten, alçakça ve canice maksatlar için yararlanma yolunu tutmak, artık o kadar kolay olmayacaktır. Küstahlığın da bir derecesi vardır.”

İşte Türk milleti akademisyeniyle, anasıyla, çağdaş Türk kadınıyla, genciyle, yaşlısıyla mitinglerde, birbirine ve ülkemize ışık saçarak aydınlığa yürüyor. 13 Mayıs’ta da İzmir’den parlayacak bu ışık.

Işığınız hiç eksilmesin.

9 Mayıs 2007 Çarşamba

ALLAH RIZASI İÇİN PARTİYE Bİ YARDIM ABİLER…

Seçim tarihi belli oldu. Kavgalar gürültüler, doğrular yanlışlar, dürüstler takkiyeciler, seçenler seçilenler, birleşenler birleşemeyenler, birleşecekmiş gibi yapanlar, ne yaptığını bilmeyenler…
Yani siyahlar ve beyazlar değil, renkliler hem de rengârenk.

22 Temmuz’da Türk halkı gerekiyorsa tatilini yarıda kesip sandık başında olacak, evlatlarının geleceği adına biliyorum.
Demokrasinin basamak basamak oturduğunu görüyorum, mutlu oluyorum. Tabii ki karşı sesler olacak ve karşı seslere karşı sesler. Zaten su akar ve yatağını bulur ne de olsa. Türkiye Cumhuriyeti’nin özgür ve demokrat halkı da kendi doğrusunu bulacak.

Farkındayım pek üslubuma uygun bir yazı değil bu. Her şey güzel görünüyor. Oysa ben sivri dilimi tutamayanlardanım.
İlla ki eleştirecek bir şeyler bulmalıyım. Bulmadım mı sanıyorsunuz? Buldum buldum.

Ağabeylerim ablalarım; Birileri bana seçim için partilere neden yardım edildiğini, hazineden milyonlarca Yeni Türk Lirası’nın parti kasalarına aktarıldığını anlatsın lütfen.

Bu seçimde beş parti: AKP, CHP, DYP, MHP ve Genç Parti toplam 216 milyon YTL yardım alacaklar seçim öncesinde.

Neden?

Hazineden bu para neden veriliyor partilere?
Hukuki bir açılaması var mı?
Milletten toplanan vergiler partilere seçime girmek için neden dağıtılıyor?
Bu paraya ihtiyacı olan bir parti nasıl olacak da memleketi yönetecek?
Partilerin finansmanıyla ilgili danışmanları yok mu?
Başka yerden para bulamıyorlar mı da milletten alıyorlar?
Bu para neden sadece beş partiye veriliyor?
Diğer partilere verilmeme nedeni nedir?
Ben de seçime girsem bana da verirler mi?
Bu sorularım muhatabı kimdir?

Ağabeylerim ablalarım; partiye bi yardım seçim yaklaştı.

Yukarıdaki sorularımın cevaplarını bilenler varsa bana cevap verebilir mi?

8 Mayıs 2007 Salı

PARDON YANİ – SADRİ ABİ

Dün akşam Sadri Alışık Usta’nın anısına sanat ödülleri dağıtıldı. Bu organizasyonun on ikinci senesinde her şey yerli yerinde görünüyordu. Doğru jüri –Nedim Saban hariç-, doğru ödül dağıtımı –popülariteye bakmaksızın hak edenlere- ve güzel bir atmosfer.

Keyifle izledim. Bu arada Sadri Usta’nın eski filmlerinden kısa örnekler verildi. Gözlerimin dolduğu anlar olmadı değil.

Hele o Ofsayt Osman karakterini oynadığı filmdeki mahkeme sahnesi. “Kendim için yapmadım, bir hayat kurtulsun diye yaptım…” derken, “Hiçbir şey önemli değil tek bir hayat kurtulsun…” derken, “Yoksa yine mi gol olmadı… Yine mi atamadım… Siz söyleyin hâkim bey…” derken…

Ve en güzeli, hâkimin dosyayı kapatıp “Gol…” derken yaşattıkları ne kadar güzeldi.

Bizim kuşak bu filmlerle büyüdü. O zamanlar Play Station, bilgisayar falan hak getire. İç içe geçen toplarımız, plastik arabalarımız, misketlerimiz, gazoz kapaklarımız vardı. Bir de Hulusi Kentmen, Sadri Alışık, Ayhan Işık, Cevat Kurtuluş gibi iyi adamlardan oluşan bir çevremiz.

Sanki biri bizi dövmeye kalksa Hulusi Amca gelip kurtaracak, Ayhan Ağabey de onları bir güzel pataklayacak gibi gelirdi.

Sinema ve Tiyatro, hayatımıza bizler farkında olmadan neler neler katıyor. Sadece sinema ve tiyatro değil aslında, sanatın her dalı çok önemli.

Siyasi istikrarın yanı sıra ülkemizin, sanata daha çok önem veren yönetimlere ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Asosyalleşen toplumu yeniden sosyal hale getirmenin yolu sanattan geçiyor. Çünkü sanat toplumsal bilinci bir araya getiriyor. Çünkü sanatla uğraşanlar arınıyor, kötü enerjilerini fırlatıp atıyor, yepyeni bir sinerji yaratıyor. Çünkü sanatla uğraşan çocuklar ve gençler daha zeki ve yetenekli yetişiyor; gelecekte karşılaşacakları sorunları sağduyuyla çözebiliyorlar.

Yeni yönetimler umarım salon yıkanlardan değil salon yapanlardan oluşur.

Sadri Usta’yı, anısına yazdığım ve “Midemde Kelebekler” kitabımda yayımlanan “Pardon Yani” şiirimle anmak istiyorum.


PARDON YANİ (Sadri Alışık' ın anısına)

Pardon sizi sevdim galiba
Canınız yanmadı umarım
Ah çok affedersiniz yanlışlıkla oldu
Yani ben de istemezdim böyle olsun ama
Sevdim işte hay Allah
Bir yerinize bir şey olmadı ya
Pardon çok pardon
Bir dakika durun bakayım şöyle
Hah... şöyle bir bakınız gözlerime
Evet evet haklıyım yine
Yani hatanın iyisi bu işte
Kazara oldu pardon
Ama iyi ki sevdim
Yani şimdi
"Adam sen de..." diyeceksiniz
Olsun canım
Sevdim ya işte
Pardon yani.

Yani velhasıl
Kazanın böylesi dostlar başına
Aman siz de lütfen dikkatli olun
Benim aşkım biraz fenadır
Ne gribe benzer ne başka şeye
Vurur direk adamın yüreğinden başına.
Paşa dedem derdi ki
"Seversen tut saçından
Tut da tam bağrına bas
Bakma gözün yaşına"
Kaza maza oldu işte
Sevdim ya
"Uf" olduysa uzatın öpeyim kalbinizi
Korkmayın canım korkmayın
Bir daha severken
İncitmem sizi.
"Kim ulan bu ?" diye soran olursa
Şairmiş adı da Koray' mış deyin
Aşk sarhoşuyuz işte,
Bilen bilir bizi...

7 Mayıs 2007 Pazartesi

DYP+ANAP=DP, YENİ KOMPLO TEORİSİ

Dizilere alıştık. Öyle bir alıştık ki, onlarsız olmuyor artık.
Bu televizyon dizileri aklımızı alıp başka diyarlara götürüyor. Unutuyoruz derdimizi.

- İhsan, çocuğun defteri bitmiş.
- Boş ver akşama filanca televizyondaki dizi kaçta başlayacak sen ondan haber ver.

- Hatice, akşama ne yemek yaptın karıcığım?
- Yemek mi? Ne yemeği? Aliye hiç yemek yapmıyordu ki..

- Sevgilim nerede buluşacağız?
- Saat sekizde filanca kanalda Ihlamurlar Altında hayatım…

Bunlar uzar gider. Asıl sorun ise kandırıldığımızdır.

Evet kandırılıyoruz. O kadar yoğun bir olma ihtimali yüksek hikâyeler ve komplolar zinciriyle karşı karşıyayız ki, herkesi ciddi bir paranoyaya sürükleyen bu girdaptan kurtulamıyoruz.

Kendi derdimizi unutmak için, dizilerdeki karakterlerin dertleriyle uğraşıyoruz.

Tam olarak istenen de bu değil mi? Birileri rahat at koştursun ve içten içe zehirlersin toplumu diye kullanılan bir silah haline gelmedi mi, adam gibi kullanılması halinde faydalı olabilecek tüm teknoloji ve ürünleri. Asıl paranoyamızın; bu dizilerin bizi uyuşturduğu ve düşünme yetimizi kaybettirdiği olması gerekmez mi?

Siz bilmem hangi kanalda, bilmem hangi diziyi seyrederken neler dönüyor farkında mısınız?

Ben bir ara nefes almak için sudan başımı çıkarabildiğimde ne gördüm biliyor musunuz?

Yeni bir senaryo…

Sanırım bu sefer DYP ve ANAP, yani Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu başrolde. Birleşme var. Hem de koşul yok. Ya da biz bilmiyoruz. Demokrat Parti adı altında seçime girilecek. Sağ oylar toplanacak. Mehmet Ağar parti başkanı olarak seçim sonucu yeni kabinede başbakan olacak. Yeni meclis Cumhurbaşkanını seçecek, yani Mehmet Ağar Çankaya’ya çıkarken Erkan Mumcu Demokrat Parti başkanlığına getirilip başbakan yapılacak.

Benim kalemimin ucundan yeni senaryo böyle görünüyor. Hayırlısı…

Solda mı? Talip var da babası henüz kızını vermiyor. Onlar birleşene kadar atı alan Çankaya’yı geçecek gibi.

4 Mayıs 2007 Cuma

ÜÇ AYLIKLAR

- Bülent ağabey çaycının parasını ödedin mi?
- Ödeyeceğiz aslanım, hele şu üç aylığı alalım..
- Senin vekalet işi n’oldu be ağabey..
- Öhhööö….

*****

- Recep Bey sizi arıyorlar efendim, bir gemicilik firması.
- Neymiş dertleri sorsaydın..
- Sordum efendim, oğlana aldığınız geminin taksidi varmış ödenecek, ne zaman ödeyecekler diyorlar.
- Yahu acelesi ne beklesinler üç aylıklarımızı alalım ödeyeceğiz. Kaçtık mı yahu…?

*****

- Abdullah bey Amerika’ya tekrar bir ziyaret düşünüyor musunuz efendim?
- Hayırlısıyla üç aylıklarımızı bir alalım gideceğiz inşallah… Bekliyorlar zaten. Okuldan arkadaşlar canım….

*****

- Sayın Unakıtan, sıradaki projeniz nedir efendim?
- Vallahi üç aylıkları bir alalım hele, bizim oğlan inek suyu işine girelim diyor dur bakalım.
- Süt yani…
- Evet, onu da kastetmiş olabilir tabii, detayını görüşeceğiz, yumurta işi pek tutmadı ya bakacağız artık…

*****

- Sayın Babacan enflasyon ne durumda efendim?
- Henüz somut değerlere ulaşamadık. Üç aylıklardan sonra bilgi vereceğiz. Halkımız müsterih olsun, biz bu üç aylıklarla Avrupa Birliğine gireceğiz inşallah.

*****

- Sayın Çiçek
- Üç aylık…
- Haaa peki…

*****

- Sayın milletvekilleri bu seçim ne zaman olacak?
- Hele Temmuz’da iadesi olmayan şu üç aylıkları bir alalım bakacağız artık…
- Anladık biz onu…

3 Mayıs 2007 Perşembe

SAĞ MI, SOL MU, MERKEZ Mİ? İLKBAHARCILAR, SONBAHARCILAR…

Kafamı yıllardır karıştırır, bir türlü çözemem.
Sağ sağdadır, sol solda, merkez ise tam ortadır bildiğim kadarıyla.
Peki, merkez sağ ve merkez sol nedir?

Sağın merkezinden ve solun merkezinden bahsedilecekse o zaman bu kavramlar radikal sağ ve radikal solu ifade etmelidir.
Sağın merkeze yakın olanı veya solun merkeze yakın olanından bahsedilecekse merkeze yakın sağ veya merkeze yakın sol denilmelidir.
Merkez sağ ve solun ortası ise makul olan o mudur?
Merkezi tanımlamak gerekir.

Peki, hangi parti merkeze kaç derece yakındır, merkezin tam olarak neresindedir?
Bunu neye göre derecelendirebiliriz?

Eğer merkez tanımlanabilirse –ki bu nasıl olacak bilmiyorum – merkezin sağı ve solu kabullenilebilir ama yine de merkez sağ ve merkez sol kavramlarının açıklanması imkânsız görünüyor.

O zaman merkezi kocaman bir daire olarak belirlersek bir de merkezin merkezi kavramı ortaya çıkıyor ki işler iyice çığırından çıkıyor.

Yok, ben bu işin altından kalkamayacağım galiba…



Eskiden ne güzeldi. Bir sağ vardı bir de sol.
Merkez bile yoktu. Sadece sağcıyım solcuyum dersen vardı merkez.
Merkeze götürürlerdi.
Sonrası malum.

Şimdi de götürüyorlar merkeze.
Bahar bayramı kutlamak isteyenler gidiyor mesela.

Hala birilerinin bu memleketi bölme çabaları sürüyor ya, ona yanarım.
Sağ sol bitti görünüyor, ne de olsa merkezleri var artık.
Korkarım bu sefer de ilkbaharcı sonbaharcı diye bölecekler bizi aman dikkat.

Bir sonraki süreçteki tanımları da şimdiden söyleyeyim size:
Merkez ilkbaharcılar, merkez sonbaharcılar.

Merkez yaz mı, kış mı siz bulun.
İster birleştirin, ister bölün…

HATİPLER, KÂTİPLER

İki farklı partinin grup toplantılarını izledik.
Birinde sadece genel başkanlarına yaranmak amaçlı “Türkiye seninle gurur duyuyor…” sloganları atılıyordu.
Diğerinde ise genel başkan değerlendirme yaparken bile zaman zaman sözü kesilip “Türkiye laiktir laik kalacak…”sloganları.
İşte bu noktada cemaat ile cemiyet arasındaki fark ortaya çıkıyor.

Particilik yapmak değil derdim lakin içinde bulunulan durumu beğenmeyenler –ki bu duruma sayelerinde geldik-, dünkü yazımda belirttiğim gibi çirkefleşmeye başladılar.

Nasıl mı?
Bir taraftan hiç inanmasalar da, ustalarından öğrendikleri meşhur “aspirini çikolata ile kaplar yuttururuz..” düşüncesiyle “Laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğuna inanmaktayız” deyip; diğer taraftan bu tanımın temel yapı taşı olan anayasayı uygulatmak ve uygulanmaması halinde gerekli yaptırımları hayata geçirmekle sorumlu Anayasa Mahkemesi’nin uygunsuzluk kararına “Demokrasiye atılmış bir kurşun…” ifadesini kullanarak.

Hatipler ve kâtiplerden oluşan bir cemaat grup toplantılarındaki sloganları ülkenin gerçeği zanneden bir yapı oluşturdu.
Kafalarını devekuşu misali soktukları topraktan çıkartıp biraz baksalar meydanlarda toplanmış halkı görecekler.
Gerçeklerin sadece kapalı kulisler ve parti grup toplantılarındaki şakşakçıların söyledikleriyle alakalı olmadığını anlayacaklar.

Güzel bir gelişme da solda. Birleşme umutları var görünüyor.
Hadi hayırlısı.

Bu süreç Türkiye için gerçekten önemli bir sınav.
Sistemin adam gibi oturması için bunun yaşanması gerekli miydi?
Yumurta kapıya sıkışmadan bu iş çözülemez miydi?
Bizim millet gariptir yaşamadan anlamaz.
Yaşanacak ve görülecek.
Nazım Hikmet’in şiirindeki gibi:

“Güzel günler göreceğiz çocuklar
Motorları maviliklere süreceğiz
Çocuklar inanın, inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz, güneşli günler”

Metin İMİR ustadan gelen bir anekdotu ve yorumu da sizlerle paylaşmak istiyorum:

BAYRAKÇI
29 Nisan Pazar günü Çağlayan'da yapılan miting, en çok bayrakçıların yüzünü güldürdü. İnanılmaz sayıda bayrak sattılar.Seda Soybay hanımefendi de böyle düşünerek bayrak aldığı adama takılmak istemiş ve;

— İktidara dua et... Onların sayesinde bol bol bayrak satıp para kazanıyorsun" demiş...

Bayrakçı öyle bir cevap vermiş ki Seda Hanım gözyaşları içinde kalmış:

— Ben vatanımı satmıyorum, vatanını sevenlere bayrak satıyorum. Üç kuruş kazanmak için vicdanını satanlara dua mua etmem. Ver bayrağımı geri!"

Yoksul bayrakçının bu sözleri, üç kuruşluk prim uğruna karşı karşıya olduğumuz tehlikeyi umursamayan tüm köşe yazarı, ekran bilmişi geçinen entel liboşlara, iktidar yalakalarına kapak olsun!

2 Mayıs 2007 Çarşamba

TAVUKGÖTÜ TÖVBE TUTMAZ…

Bu nasıl bir egodur anlayabilmiş değilim.
Bir insan hata yaptığını anlayamaz diyelim. Koskoca bir topluluk hata yaptığını nasıl anlamaz?

Yahu söylenen söylendi, yazılan yazıldı, çizilen çizildi.
İstenmiyorsunuz arkadaş dendi.
Hala yok beş artı beş olsun, yok şöyle edelim, yok böyle edelim.
Mahallenin sümüklü çocukları gibi, yakında istedikleri olmayınca çirkefleşecekler haberiniz olsun.

“Tavukgötü tövbe tutmaz…” diye bir laf var.
Efendim bunların tövbe ettikleri falan da yok ya.
İşleri güçleri kandıralım, uyutalım malı götürelim.
Tekrar söylüyorum, bunların bu ülkede bir kuruşları yok.
Tüm servetleri yurtdışında bankalarda duruyor. Bir uçakla çeker giderler.

En kolay sömürülecek şeyi de bulmuşlar.
“Allah korkusu…” en baba tabiriyle, bizim millet hiçbir şeyden korkmaz bir Allah’tan korkar,
Bu arkadaşlar da, tertemiz inançları emellerine alet etmek için taklalar atıyorlar.

Rahmetli babaannemin lafıydı: “Kabahat de ibadet de gizli yapılır…” derdi.
Öyle yetişmişlerdi çünkü.
O dönemlerde kimse kimsenin başıyla kıçıyla uğraşmıyordu çünkü.
Şimdi farklı söylemlerle yeni bayramlar moda.

Bir de “dindar” lafı çıktı ki değme gitsin.
Tekellerine almışlar dini sanki.
Kitap onların, peygamber onların.
Biz de dış kapının dış mandalı.
Çok merak ediyorum kaçı Kur-an’ı Kerim’in Arapça okunuşuyla değil de Türkçe anlamıyla ilgileniyor?
Kimin gece yarıları ellerini Ulu Yaratan’a açıp: “Kurtar bizi bu takkiyecilerden ya rab…” duaları ettiğini nereden biliyorlar?

Artık üç tane Nasrettin hoca fıkrasıyla siyaset şovu yapma dönemi bitti.
Bu gençler yemiyor beyler. Adam gibi memleket yönetmek isteyenler buyursun.
Birkaç gün sonra Çanakkale, sonra Manisa, sırasıyla İzmir ve tüm Türkiye…
Gümbür gümbür geliyor Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların torunları, dedelerinin kanına sahip çıkmaya.

Hukuksal doğrular belli, süreç belli.
Bir açığını bulur muyuz diye düşünenler yanılır.
Tarih tekkerürden ibarettir.
Ve Türk tarihinde böyle bir vaka vuku bulmamıştır.
Türk milleti aklıselim ile bu süreci atlatacaktır.
Rejimle problemleri olanlar kendilerine uyan rejimle yönetilen herhangi bir ülkeye gitmekte serbesttirler.
Kimsenin özel hayatı bizi ilgilendirmez.

Burası laik demokratik bir hukuk devleti olan TÜRKİYE CUMHURİYETİ’dir.
Adı da bellidir sanı da.
Tüm dünya da bunu böyle bilir.
Bilmek istemeyenlere de bugüne kadar bildirilmiştir.

30 Nisan 2007 Pazartesi

ALDIRMA “TÜRKİYE’M” ALDIRMA

Dün bir kez daha bu ülkede yaşıyor olmaktan gurur duydum.
Müzisyen olarak çalıştığım birçok müzikholde yıllardır aynı tereddütle çıkarım sahneye.
“Aldırma Gönül” istenirse hemen arkasından “Türkiye’m”,
“Türkiye’m” istenirse hemen arkasından “Aldırma Gönül” isteyen bir grup çıkar,
ve acaba bunlar olay çıkartır mı?
Birkaç kez de şahit oldum bu yüzden kavga çıktığına.

Dün İstanbul’un tüm caddeleri doldu taştı.
Ankara mitinginden farksız, Çağlayan’da çağladı binlerce dirilmiş, dipdiri kıta…
Kıpkırmızı Türk bayrağına boyandı yine meydanlar ve gözlerimizde yaş tükendi her “Atatürk” dendiğinde.

Modern görünümlü başı bağlı bir kadının elinde “Babanın köşkü mü ki kardeşine veriyorsun?” pankartı vardı.
Yaşlı, hacı sakallı bir dede gözünde yaş “Cumhuriyet” diyordu, “Atatürk” diyordu.
Milliyetçi Hareket Partisi bıyıklılar da vardı, İşçi Partisi pankartı da,
Mankenler de vardı, şarkıcı da, televizyoncu da, ev hanımı da, üniversite öğrencileri de.
Velhasıl say say bitmeyen bir güruh vardı ve her fikirden, her şekilden insan…

Bir taraftan “Aldırma Gönül” çaldı bir taraftan “Türkiye’m” çalıyordu bangır bangır ve eşlik ediyordu herkes tek bir ağızdan.

Yıllardır söylerim, emperyalizmin silahları tükendi.
Atom bombası ile bile yıkamadılar özüne bağlı, yürekli milletleri.
Yıllarca bölmeye çalıştılar sağ-sol, alevi-sünni ayrımcılıklarıyla kardeşleri
veya etnik kültürleri kullanmaya çalıştılar bunun için.

Bir ülkeyi yıkmanın son çaresinin ahlakını bozmak olduğunu ve
Dâhili Bedhahları kullanarak yıkabileceklerini anladılar.

Dâhili Bedhahlar belli, o işi başardılar, içeriden adam tavladılar.
Fakat iş ahlak kavramına gelince çuvalladılar.
Hiç müstemleke olmamış kalabalık bir halkı, boyunduruk altına sokmaya çalışırsan o kalabalıkta boğulur gidersin.
Boğuldular.

Laik ve demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin evlatları dün bütün ayrılıkları bir kenara atıp
hep beraber, tek ağızdan şarkı söylüyordu. Vurdumduymazlar duysun diye.

Başın öne eğilmesin
ALDIRMA”TÜRKİYE’M” ALDIRMA

28 Nisan 2007 Cumartesi

BİR GÜN MUTLAKA YALNIZ KALACAKSIN

Bir gün yalnız kalacaksın
Sırtını sıvazlayanlar çekip gidecek,
Senden çıkarı olanlar
Sen düştüğünde bakmayacak dönüp,
Umduğunu bulamayanlar karalayacak
Yerden yere vuracaklar seni.

Bir gün yalnız kalacaksın
Ellerinde dünden kalma kömür lekesi
Akşam üşümesin diye çoluk çocuk
Yaktığın sobanın is kokusu ceketinde
Sabahın köründe titreyerek
Üç kuruşa işe koşacaksın

Bir gün yalnız kalacaksın
Hayallerini onaylayıp gaz verenler
Sana birçok söz verenler
Kemirip peynirlerini kaybolacaklar.
Su verdiklerin suyunu kesecek
Dost bildiklerin yüzünü dönecek
Yüreğini anlatamamanın
Çığlıklarını atacaksın.

Birisi için birini
Diğeri için diğerini kırmadığını
Tüm bunların birikip
Senin omuzlarında hayatına mal olduğunu
Şair bile olsan
Seni dinlemeyenlere
Zaten nasıl anlatacaksın

Bir gün yalnız kalacaksın
Seni anladığını zannettiklerinin bile
Anlamadığını üzülerek göreceksin
Aslında hayat denen bu üç perdelik oyunda
Gerçeğin olmadığını fark edeceksin
Bir sürü yalan üstüne kurulu
İlişkiler silsilesi,
Kendine bile dürüst olmayan
Klişeler arkasında saklanan
Ego bekçileri
Vesairesi…

Bir gün yalnız kalacaksın
Dostların, arkadaşların,
Arkadaş sandıkların
Anlamayacak ağzından çıkanları
Bırak gözlerine yansıyanları.

Bir gün yalnız kalacaksın
Bin bir ümit yaşadığın ömrün ardında
“Ne yaptım ben?” ile
“Ne olacak şimdi?” arasına sıkışıp
Son sorunun hükmü kalmaksızın
Biraz da şanslıysan
Bir ağacın gölgesinde
Huzur bulacaksın…

Bir gün mutlaka yalnız kalacaksın….

27 Nisan 2007 Cuma

PADİŞAHIM ÇOK YAŞA

Bilirim, için titrer görmeyince yüzümü. Bilirim, sen daha bir güzel bakarsın bana herkesten. Herkesin nazarı değer de senin nazarın değmez bir de ahın tutmaz, süt hakkına. Bilirim ağlarsın gizli gizli de belli etmezsin. Hiç unutmam, ben askere giderken çok ağlamıştın da benim de yüreğimi sızlatmıştın be anam.

İşim gücüm çok bu aralar. Arayamıyorum seni farkındayım. Ev geçindirmek zor sen de bilirsin. Yıllarca bir babamın maaşıyla geçindirip evi, bir de bizi okuttunuz ya hala anlayabilmiş değilim nasıl yaptınız bu işi. Biz iki maaş zor geçiniyoruz. "Daha yıllar var büyümene, büyüyünce anlarsın..." dediğinden beri gerçekten yıllar geçti. Büyüdüm ama daha bir şey anlayamadım bu hayattan. Anlarım belki daha da büyüyünce. Umut değil miydi hep ekmek? Umutlarımız değil miydi bizi adam eden? Bir umuda bağlayıp tüm benliğimizi yaşamayı başardık bunca zaman. Kimi zaman gırtlağımıza dayandı bıçak, kimi zaman yağmur işlesin istedik iliklerimize kadar sıkıntılarımızdan kurtulabilmek için. Bağırdık, çağırdık sesimizi duyuramadık kimseye.

Geçenlerde yolun kenarında gencecik bir çocuk gördüm. Çöpleri karıştırıyordu. bir pideci kutusundan kalmış domatesleri çıkarıp yedi. Elim kolum tutuldu bir an. Koşa koşa kaçtı. Ben donup kaldım. Yanıma çağırıp iki kuruş verebilmek için bile konuşamadım. Gece rüyama girdi. Açlık adamı adam eder belki de, birileri bizim sırtımızdan geçinip baklava börek yerken nedir bu sefalet anlamıyorum. Bu ülkenin gerçeği açlık mı? İyilerin aç kalması mı? Dürüstlerin ezilmesi mi? "Çok siyasi yazılar yazma, alır götürürler..." demiştin. İnsanın yazası geliyor be anam. Birileri gerçekleri görsün diye, gencecik çocuklarının ölümüne ağlayan annelerin hayatını da yazmak gerekiyor. Yılmaz Odabaşı'nın bir yazısında okudum geçenlerde; bir yazarın işi karşı konulacak, eleştirilecek bir şey kalmayana kadar sürermiş. O kadar çok haksızlık var ki, o kadar çok mantıksızlık var ki savaşılacak. Bizim işimiz bitmez herhalde, belki bir ömür yetmez bu rezillikleri anlatmaya.

Ne kadar çok uçurum varmış meğerse bu ülkede anacığım. Kimileri kenarına mangal kurup keyfine bakıyor, kimileri dibinde boylu boyunca yatıyor; ya sevdası uğruna ya kişiliği. "Padişahım çok yaşa..." naraları bir zaman bu topraklarda atılırken aynı yalakalık sistemi, aynı çıkarcılık, aynı vurdum duymazlık, üç kuruş uğruna satılan kişilikler, yapış yapış öyle bir sinmiş ki havaya, her biri bir kürek iyilik atmış boşluğa. Uçup gitmiş iyilikler. Tüm iyilikler uçurumun ta dibinde yatıyor ya emekçileriyle ya da kader mahkumlarıyla koyun koyuna. Öyle bir sistem ki kendisinden başka her şeyi mahvediyor.

Telefonla sipariş edilen mutluluklar, uzaktan kumanda aşklar, kablosuz, kızıl ötesi ilişkiler yumağı. Mp3 formatında hayaller, wma idealler. Bir dosyadan diğer dosyaya hayat. Çaresiz teknoloji kurbanları, genetik soytarılar silsilesi. Padişahım çok yaşa...

Makaram sarı bağlar, halk söyler kendi ağlar. Çarşamba'yı sel aldı, çalıştım eller aldı. Benim sadık yarim yeşil dolardır. Türküler bile bozuldu ya sayende; padişahım çok yaşa.

Bu aralar padişahla aram iyi üzülme anne. Eskiden yazsan bunları asarlardı, o zaman da bunları yazabilmek yiğitlik isterdi belki. Ev geçindirmek yazı yazmaktan zor. Haydi şimdi de sen anlat bakalım; ev nasıl geçindirilirdi eskiden, nasıl sevdi babam seni, bu kadar aç çocuk var mıydı sizin gençliğinizde de? Yani değişti mi bir şeyler? Değişir mi? Umutlarımızı da mı attık yoksa aynı uçurumdan?

"Uçurum Hikayeleri"nden

SABAHIN SERİNLİĞİ RUHUMUZU ISITACAK

Ne buldun karanlıkta
Siyahın derinliği
Boğmadı mı seni
Uzat elini

İki kuruşluk hayatlarda
Beklentiler üç kuruşluk olmaz

Dalgalar sadece
Bu kıyıya mı vurur sanıyorsun
Karşı kıyı hep mi sakin
Fark eder mi yalnızlıkta
Üç olmuş dört olmuş saatin

Çöl karanlığına bir yıldız düşse
Güneşten daha çok aydınlatmaz mı
Kırılmadığı sürece ışık
Yalansız kalmaz mı

Bir saniye daha yaşasak
Ne anlamı var
Yüreğimizdeki yangın
Sönmedikçe

Sen uzat ellerini
Bırak karanlığın yakasını yeter
Sabaha gel
Korkma bir şeycikler olmaz
Sahibi var derler

Bilirim sessizdir
Bilirim bir nefes duman
Bin bir dert savarmış görünür
Orta yerinde gecenin

Bir de çiçeğin rengini görmeyi dene
Bir nefes almayı biberiyeden
Bir ağaç kabuğunu okşa
Bak nasıl dayanıyor
Bak nelerle uğraşıyor

Sen bir sabah da uyuma
Gözlerinden aksa da
Çık kapının önüne
Yalın ayak olsun sorun değil
Bir nefes al
Yepyeni günün serinliğinden
Bırak aksın hayat
Takma kafana
Ruhunu aydınlatırsan
Her düğüm, sonunda
Çözülür kendiliğinden…

VURDUMDUYMAZLAR… YURDUM, DUYMAZLAR…

Zamanında bir Türk büyüğünün!!! dediği gibi:
“Yürümekle yollaaa aşınmaz…”
Baktık aşınmamış.

Biraz onuru olan bu sel karşısında çeker gider.
Biraz onuru olan anlar ne demek istendiğini.

Onur cepleri olmuş.
Onur yatları katları Amerikalı bebelerine aldıkları kayıkları!!! olmuş.
Bu ülkede bir kuruşları varsa namerdim.
En ufak bir sallantıda terk eder giderler çünkü mal varlıkları dışarıda.

Monopoly oynuyorlar.
“O caddeyi aldım, bu fabrikayı sattım,
Şu mahalle senin, bu mahalle benim.
Al bakalım gir kodese. Çık şimdi yola devam.
Atsana oğlum zarları sıra sende…
Hoop düşeş… İki katı oynayacaksın.
Aman bunu sevmedim Amiral Battı oynayalım…”
Oyun oyuyorlar oyun.

Ne memleketin geleceği umurlarında, ne çoluk ne çocuk.
Çeker giderler, yangın olsa yorganları mı var içeride?

Olsun yürümeye devam.
Yollar aşınıncaya kadar, tabanlar aşınıncaya kadar.
Yürümeye devam, Atam rahat uyuyuncaya kadar.

Cumhuriyet oyun değildir.
Cumhuriyet sadece bir rejim de değildir.
Asalettir, yaşam biçimidir.
Cumhur’la oyun olmaz.

Türk milletini salak sanıyorlar.
Biz bağırırız, biz yürürüz.
Bunlar vurdumduymazlar,
Üzülme yurdum, duymazlar.
Ama biz duyurmasını biliriz.
Biz destanlar yazmış bir neslin çocuklarıyız,
Kanımızı biliriz.
Hep bildik…