30 Mayıs 2007 Çarşamba

AHLAKSIZLAR

Ahlak, kızlık zarı gibidir. Bir kere bozulursa artık kız değilsindir.
Bir kere ahlaksızlık ettin mi artık ahlaklı değilsindir.
“Azıcık ahlakı bozuldu.” denemez.
Ahlak’ın azı çoğu yoktur. Ya vardır, ya yoktur.
Ya ahlaklısındır, ya ahlaksız.

Bir kere bile hırsızlık yapsan artık hırsızsındır.
Bir kere bile yalan söylesen artık yalancısındır.
Bir kere bile tecavüz etsen artık tecavüzcüsündür.
Tövbe de etsen artık AHLAKSIZSINDIR.

Koltuğunu kullanıp oğluna gemi aldıysan,
Milyon dolar değerinde villaları nasıl aldığını açıklayamıyorsan,
Çevrendekileri koltuk gücünle zengin ettiysen
ve bu gücü halkının açlığına rağmen cemaatinin menfaati için kullanıyorsan,
Mal varlığının nasıl bir anda dağlar olduğunu düğün dernek takılarıyla açıklıyorsan
Cemaatinin çıkarları adına yaşadığın ülkenin rejimine kastediyorsan,
Dün söylediklerini bugün yalanlıyor, bugün söylediklerine zaten inanmıyorsan, AHLAKSIZSINDIR.

Kurtaracağız diye topraklarını gasp edip silah satmak uğruna insanları öldürüyorsan,
Müttefikim dediğin ülkenin askerlerinin başına çuval geçirebiliyorsan,
Aynı ülkenin başkentinde bomba patladıktan birkaç gün sonra uçaklarınla sınır ihlali yapıp
ülkedeki terörü susturmak için harekete geçen mekanizmaya göz dağı vermeye çalışıyorsan,
Yüzsüzlüğünün haddi hesabını geçmişse AHLAKSIZSINDIR…

Ve seni besleyen ahlaksızlardan güç alırsın.
Ve körler ve sağırlar birbirinizi ağırlar durursunuz.

Ahlak kızlık zarı gibidir.
Bir kere bozuldu mu artık kız değilsindir.
Ama tıp ilerledi ya, bunlar yine bir yolunu bulur.
Diktirir yine kız oğlan kız kesilir.
Çünkü bunlar AHLAKSIZDIR…

11 Mayıs 2007 Cuma

DENİZİN KRALI - Uçurum Hikayeleri'nden

Bir hafta daha bitiyor. Hafta sonuna hazırlık olsun diye bugün siyasetten bahsetmek yerine bir hikayemi paylaşmak istiyorum sizlerle. Bu hikaye "Uçurum Hikayeleri" kitabımdan. Umarım güzel bir hafta sonu geçirirsiniz.



DENİZİN KRALI

Beni ayaklarımdan yere çivilediler. İlk günlerde çok kızdım Muzaffer Usta' ya. Özgürlüğümden ettiği için beni, ne küfürler ettim bilemezsiniz. Düşünebiliyor musunuz; bir yanınız deniz, bir yanınız yemyeşil ormanken, birileri sizi arkanız denize dönük yere çiviliyor. Her ne kadar orman manzarası harikaysa da, özellikle yağmurlu havalarda; uzun zamandır denizi görememek ne kadar zor oluyor. Sadece sesini duyuyorum sürekli. Hiç sakinleşmez ki bizim buralarda deniz.

Haklısınız unuttum söylemeyi... Bahsettiğim deniz Karadeniz. Ben mi? Denize nazır, Muzaffer Usta' ya ait Çamlık Aile Çay Bahçesi'nin eskiden uçurum kayalıklarına bakan en eski bankı. Zamanında üzerimde bir de banka ismi yazılıydı, ama durur mu dalgalar. Bir yandan üstüme oturanlar, bir yandan dalgalar yazılarımı sildi. Allah var şimdi, Muzaffer Usta iki kere boyattı beni oğlu İsmail'e.

İsmail kırmızı severdi, kırmızıya boyadı beni. Ta yolun başındaki virajdan, bir tarafın deli mavisi bir tarafın vahşi yeşili arasından kıpkırmızı parlardım. Son üç yıldır boyatmadı beni Muzaffer Usta. İsmail uçurumdan kendini Karadeniz'in kayalıklarına atalıberi.

İsmail delikanlı çocuktu. Balıkçı Hasan Ağabey' in yanında büyüdü. Kral balıkçıydı Hasan Reis. Neler neler öğretmişti İsmail'e. İsmail hep söylerdi. "Önce Allah, sonra babam, sonra Hasan Ağabey gelir, başka da kimseden korkmam....."
Hasan reis "Oğlum ben de bir Allah'tan bir de ara sıra kudurdu mu şu deli denizden korkarım..." derdi.

"Yahu Hasan Ağabey balıkçı adam denizden korkar mı hiç? " diye sormuştu da bir keresinde İsmail

" Seyrederken dalıp gidersen delirtir adamı oğlum bu deniz, üstünde bir şey olmaz lakin seyrederken şaş kazara dalıp gidersen dellendirir adamı. Bu yüzden korkarım işte." demişti Hasan Reis.

Dediği gibi de oldu. İsmail önce aşık oldu Asiye' ye, sonra diline dolandı bir türkü " Ağısarın balını da gel salını salını / Adam cebinde taşır senin gibi gelini / Adam cebinde taşır da senin gibi gelini / Oy sevdiğim oy" İkici kısmı nakarat, en kolay ezberlenen yeri bu türkünün, zaten içinden gelir İsmail'in "Oy Asiye Asiye / Tütün koydum keseye / Baban seni veriyo da bir bağ pırasaya / Oy sevdiğim oy" da babası vermedi Asiye' yi bir bağ pırasaya da, bir pırasa bağına da.

Velhasıl İsmail taktı kafaya Asiye'yi vermeyince babası. Cebinde taşımayı düşünürken elini bile tutamadı Asiye'sinin; keseye koyduğu tütünleri, karşısında dili tutulduğu babasını bile hiçe sayıp; Sis Dağı'nın başları da küfur küfur esiyoken ve dahi babası o yıl kurbanı çifter çifter kesiyoken deniz' e nazır Çamlık Aile Çay Bahçesi'nin en eski bankının yani benim oturmalığıma ayağını basıp sırtlığıma oturarak Hasan Usta' nın "Dalma sakın haaa..." dediği Karadeniz'e gözleri dalarak sarıp afili kağıtlara duman duman savurdu.

Gittikçe rengi soldu İsmail'in. Gözlerinin rengi viran oldu. Hasan Reis, kokulu çay içerlerken, "Niye gelmiyo senin oğlan artık Muzaffer?" diye soruncaya kadar pek de kimse dikkat etmedi İsmail'in ne ettiğine. İkisi birden kafalarını çevirdiler banka doğru. İsmail'in arkası dönük. Kocaman bir dalga daha vurdu kayalara kırbaç gibi. Bu gün Karadeniz hepten deli. İsmail'in dilinde aynı türkü "Oy Asiye Asiye" ayağa kalktı İsmail.

Hasan Reis "Dur oğlum İsmaiiil..." diye bağırmaya hazırlanırken ayağa kalkıp,

"Kralıyım ulan bu deniziiiin...." diye bir nara salladı. Attı kendini kayalıklardan aşağıya en delisine denizlerin. Kaybolup gitti dalgaların arasında.

"Yine yaptı yapacağını bu deli deniz, Muzaffer....Bakanı delirtir Karadeniz demiştim bizim deli oğlana...." diyebildi Hasan Reis kısık sesle. Muzaffer Usta duydu bunu. İşte cenazeden dönüşte aldı eline çekici balyozu, çevirdi benim sırtımı denize, ayaklarımdan sabitledi beni Muzaffer Usta bir yandan ağlayarak iki gün sonra kıyıya vurduğuna kadar öldüğüne inanamadığı tek oğlu İsmail'inin ardından.

Hikayem budur beyim. Lazlıkla falan ilgisi yok ters durmamın uçurumun kenarında. Denizin Kralı İsmail'in son durağıyım ben.

10 Mayıs 2007 Perşembe

TÜRK MİLLETİNİN IŞIĞI

13 Mayıs’ta İzmir mitingi yapılacak. Katılımın çok fazla olacağı söyleniyor. 13 Mayıs’ın bir başka özelliği anneler gönü olması. Yani bu tarihte İzmir’de hem anneler günü kutlanacak hem de “anasını alan” mitinge katılacak.

Akademisyenler siyasetçileri hep korkutmuştur. Çünkü -azınlığı hariç- siyasetçilerimiz; Tommiks, Teksas okuyan, çizgili pijamalı, piknik tipi adam görünümündedir. Entelektüellikle yakından uzaktan ilgisi olmayan ve halkın dilinden konuşmak gerektiğine inanan bu vekiller, akademik terminolojiyi anlamazlar.

Akademisyenler de kendilerini halktan uzak sayarlar. Halkın dilini unutmuşlardır. Kendilerine ait bir terminolojileri vardır. Zaman zaman ben bile anlamakta güçlük çekerim ki, çoğu bilimsel konuda kavga içerisinde olmaları birbirlerini de pek anlayamadıkları görüntüsü vermektedir.

Öyle güzel bir sürece girildi ki aslında, akademisyenler sivil toplum örgütlerindeki görevlerini ifa etmeye ve toplumu bilinçlendirme adına mitinglerde konuşmalar yapmaya başladılar. Bu konuşmalarda halkın dilini kullanabildiklerini, yani anneleri gibi babaları gibi konuştukları zaman anlaşılır olabildiklerini gördüler. Aslında halk olduklarını gördüler.

Bir şehri öğrenmenin en iyi yolu kaybolmaktır. Biz demokrasimizin ve laik cumhuriyetimizin değerini anlayabilmek için neredeyse kaybolacaktık. Halkın önsezileri kaybolmak üzereyken harekete geçti ve birbirine ışıklar yakarak yol göstermeye karar verdiler. Böylece vurdumduymazlık sonucu istikamet edindikleri sonu karanlık yoldan çıkıp, aydınlığa doğru kendi ışıklarıyla ve birbirlerini de aydınlatarak gitme kararı aldılar.

Mustafa Kemal Atatürk nutkunda bu karanlığı ve gereğini yıllar önce dile getirmiş aslında:

“Müslümanları ve Türk milletini bu kerteye düşmüş sanmak ve İslâm dünyasının vicdan temizliğinden, ahlâk ve karakterindeki incelikten, alçakça ve canice maksatlar için yararlanma yolunu tutmak, artık o kadar kolay olmayacaktır. Küstahlığın da bir derecesi vardır.”

İşte Türk milleti akademisyeniyle, anasıyla, çağdaş Türk kadınıyla, genciyle, yaşlısıyla mitinglerde, birbirine ve ülkemize ışık saçarak aydınlığa yürüyor. 13 Mayıs’ta da İzmir’den parlayacak bu ışık.

Işığınız hiç eksilmesin.

9 Mayıs 2007 Çarşamba

ALLAH RIZASI İÇİN PARTİYE Bİ YARDIM ABİLER…

Seçim tarihi belli oldu. Kavgalar gürültüler, doğrular yanlışlar, dürüstler takkiyeciler, seçenler seçilenler, birleşenler birleşemeyenler, birleşecekmiş gibi yapanlar, ne yaptığını bilmeyenler…
Yani siyahlar ve beyazlar değil, renkliler hem de rengârenk.

22 Temmuz’da Türk halkı gerekiyorsa tatilini yarıda kesip sandık başında olacak, evlatlarının geleceği adına biliyorum.
Demokrasinin basamak basamak oturduğunu görüyorum, mutlu oluyorum. Tabii ki karşı sesler olacak ve karşı seslere karşı sesler. Zaten su akar ve yatağını bulur ne de olsa. Türkiye Cumhuriyeti’nin özgür ve demokrat halkı da kendi doğrusunu bulacak.

Farkındayım pek üslubuma uygun bir yazı değil bu. Her şey güzel görünüyor. Oysa ben sivri dilimi tutamayanlardanım.
İlla ki eleştirecek bir şeyler bulmalıyım. Bulmadım mı sanıyorsunuz? Buldum buldum.

Ağabeylerim ablalarım; Birileri bana seçim için partilere neden yardım edildiğini, hazineden milyonlarca Yeni Türk Lirası’nın parti kasalarına aktarıldığını anlatsın lütfen.

Bu seçimde beş parti: AKP, CHP, DYP, MHP ve Genç Parti toplam 216 milyon YTL yardım alacaklar seçim öncesinde.

Neden?

Hazineden bu para neden veriliyor partilere?
Hukuki bir açılaması var mı?
Milletten toplanan vergiler partilere seçime girmek için neden dağıtılıyor?
Bu paraya ihtiyacı olan bir parti nasıl olacak da memleketi yönetecek?
Partilerin finansmanıyla ilgili danışmanları yok mu?
Başka yerden para bulamıyorlar mı da milletten alıyorlar?
Bu para neden sadece beş partiye veriliyor?
Diğer partilere verilmeme nedeni nedir?
Ben de seçime girsem bana da verirler mi?
Bu sorularım muhatabı kimdir?

Ağabeylerim ablalarım; partiye bi yardım seçim yaklaştı.

Yukarıdaki sorularımın cevaplarını bilenler varsa bana cevap verebilir mi?

8 Mayıs 2007 Salı

PARDON YANİ – SADRİ ABİ

Dün akşam Sadri Alışık Usta’nın anısına sanat ödülleri dağıtıldı. Bu organizasyonun on ikinci senesinde her şey yerli yerinde görünüyordu. Doğru jüri –Nedim Saban hariç-, doğru ödül dağıtımı –popülariteye bakmaksızın hak edenlere- ve güzel bir atmosfer.

Keyifle izledim. Bu arada Sadri Usta’nın eski filmlerinden kısa örnekler verildi. Gözlerimin dolduğu anlar olmadı değil.

Hele o Ofsayt Osman karakterini oynadığı filmdeki mahkeme sahnesi. “Kendim için yapmadım, bir hayat kurtulsun diye yaptım…” derken, “Hiçbir şey önemli değil tek bir hayat kurtulsun…” derken, “Yoksa yine mi gol olmadı… Yine mi atamadım… Siz söyleyin hâkim bey…” derken…

Ve en güzeli, hâkimin dosyayı kapatıp “Gol…” derken yaşattıkları ne kadar güzeldi.

Bizim kuşak bu filmlerle büyüdü. O zamanlar Play Station, bilgisayar falan hak getire. İç içe geçen toplarımız, plastik arabalarımız, misketlerimiz, gazoz kapaklarımız vardı. Bir de Hulusi Kentmen, Sadri Alışık, Ayhan Işık, Cevat Kurtuluş gibi iyi adamlardan oluşan bir çevremiz.

Sanki biri bizi dövmeye kalksa Hulusi Amca gelip kurtaracak, Ayhan Ağabey de onları bir güzel pataklayacak gibi gelirdi.

Sinema ve Tiyatro, hayatımıza bizler farkında olmadan neler neler katıyor. Sadece sinema ve tiyatro değil aslında, sanatın her dalı çok önemli.

Siyasi istikrarın yanı sıra ülkemizin, sanata daha çok önem veren yönetimlere ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Asosyalleşen toplumu yeniden sosyal hale getirmenin yolu sanattan geçiyor. Çünkü sanat toplumsal bilinci bir araya getiriyor. Çünkü sanatla uğraşanlar arınıyor, kötü enerjilerini fırlatıp atıyor, yepyeni bir sinerji yaratıyor. Çünkü sanatla uğraşan çocuklar ve gençler daha zeki ve yetenekli yetişiyor; gelecekte karşılaşacakları sorunları sağduyuyla çözebiliyorlar.

Yeni yönetimler umarım salon yıkanlardan değil salon yapanlardan oluşur.

Sadri Usta’yı, anısına yazdığım ve “Midemde Kelebekler” kitabımda yayımlanan “Pardon Yani” şiirimle anmak istiyorum.


PARDON YANİ (Sadri Alışık' ın anısına)

Pardon sizi sevdim galiba
Canınız yanmadı umarım
Ah çok affedersiniz yanlışlıkla oldu
Yani ben de istemezdim böyle olsun ama
Sevdim işte hay Allah
Bir yerinize bir şey olmadı ya
Pardon çok pardon
Bir dakika durun bakayım şöyle
Hah... şöyle bir bakınız gözlerime
Evet evet haklıyım yine
Yani hatanın iyisi bu işte
Kazara oldu pardon
Ama iyi ki sevdim
Yani şimdi
"Adam sen de..." diyeceksiniz
Olsun canım
Sevdim ya işte
Pardon yani.

Yani velhasıl
Kazanın böylesi dostlar başına
Aman siz de lütfen dikkatli olun
Benim aşkım biraz fenadır
Ne gribe benzer ne başka şeye
Vurur direk adamın yüreğinden başına.
Paşa dedem derdi ki
"Seversen tut saçından
Tut da tam bağrına bas
Bakma gözün yaşına"
Kaza maza oldu işte
Sevdim ya
"Uf" olduysa uzatın öpeyim kalbinizi
Korkmayın canım korkmayın
Bir daha severken
İncitmem sizi.
"Kim ulan bu ?" diye soran olursa
Şairmiş adı da Koray' mış deyin
Aşk sarhoşuyuz işte,
Bilen bilir bizi...

7 Mayıs 2007 Pazartesi

DYP+ANAP=DP, YENİ KOMPLO TEORİSİ

Dizilere alıştık. Öyle bir alıştık ki, onlarsız olmuyor artık.
Bu televizyon dizileri aklımızı alıp başka diyarlara götürüyor. Unutuyoruz derdimizi.

- İhsan, çocuğun defteri bitmiş.
- Boş ver akşama filanca televizyondaki dizi kaçta başlayacak sen ondan haber ver.

- Hatice, akşama ne yemek yaptın karıcığım?
- Yemek mi? Ne yemeği? Aliye hiç yemek yapmıyordu ki..

- Sevgilim nerede buluşacağız?
- Saat sekizde filanca kanalda Ihlamurlar Altında hayatım…

Bunlar uzar gider. Asıl sorun ise kandırıldığımızdır.

Evet kandırılıyoruz. O kadar yoğun bir olma ihtimali yüksek hikâyeler ve komplolar zinciriyle karşı karşıyayız ki, herkesi ciddi bir paranoyaya sürükleyen bu girdaptan kurtulamıyoruz.

Kendi derdimizi unutmak için, dizilerdeki karakterlerin dertleriyle uğraşıyoruz.

Tam olarak istenen de bu değil mi? Birileri rahat at koştursun ve içten içe zehirlersin toplumu diye kullanılan bir silah haline gelmedi mi, adam gibi kullanılması halinde faydalı olabilecek tüm teknoloji ve ürünleri. Asıl paranoyamızın; bu dizilerin bizi uyuşturduğu ve düşünme yetimizi kaybettirdiği olması gerekmez mi?

Siz bilmem hangi kanalda, bilmem hangi diziyi seyrederken neler dönüyor farkında mısınız?

Ben bir ara nefes almak için sudan başımı çıkarabildiğimde ne gördüm biliyor musunuz?

Yeni bir senaryo…

Sanırım bu sefer DYP ve ANAP, yani Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu başrolde. Birleşme var. Hem de koşul yok. Ya da biz bilmiyoruz. Demokrat Parti adı altında seçime girilecek. Sağ oylar toplanacak. Mehmet Ağar parti başkanı olarak seçim sonucu yeni kabinede başbakan olacak. Yeni meclis Cumhurbaşkanını seçecek, yani Mehmet Ağar Çankaya’ya çıkarken Erkan Mumcu Demokrat Parti başkanlığına getirilip başbakan yapılacak.

Benim kalemimin ucundan yeni senaryo böyle görünüyor. Hayırlısı…

Solda mı? Talip var da babası henüz kızını vermiyor. Onlar birleşene kadar atı alan Çankaya’yı geçecek gibi.

4 Mayıs 2007 Cuma

ÜÇ AYLIKLAR

- Bülent ağabey çaycının parasını ödedin mi?
- Ödeyeceğiz aslanım, hele şu üç aylığı alalım..
- Senin vekalet işi n’oldu be ağabey..
- Öhhööö….

*****

- Recep Bey sizi arıyorlar efendim, bir gemicilik firması.
- Neymiş dertleri sorsaydın..
- Sordum efendim, oğlana aldığınız geminin taksidi varmış ödenecek, ne zaman ödeyecekler diyorlar.
- Yahu acelesi ne beklesinler üç aylıklarımızı alalım ödeyeceğiz. Kaçtık mı yahu…?

*****

- Abdullah bey Amerika’ya tekrar bir ziyaret düşünüyor musunuz efendim?
- Hayırlısıyla üç aylıklarımızı bir alalım gideceğiz inşallah… Bekliyorlar zaten. Okuldan arkadaşlar canım….

*****

- Sayın Unakıtan, sıradaki projeniz nedir efendim?
- Vallahi üç aylıkları bir alalım hele, bizim oğlan inek suyu işine girelim diyor dur bakalım.
- Süt yani…
- Evet, onu da kastetmiş olabilir tabii, detayını görüşeceğiz, yumurta işi pek tutmadı ya bakacağız artık…

*****

- Sayın Babacan enflasyon ne durumda efendim?
- Henüz somut değerlere ulaşamadık. Üç aylıklardan sonra bilgi vereceğiz. Halkımız müsterih olsun, biz bu üç aylıklarla Avrupa Birliğine gireceğiz inşallah.

*****

- Sayın Çiçek
- Üç aylık…
- Haaa peki…

*****

- Sayın milletvekilleri bu seçim ne zaman olacak?
- Hele Temmuz’da iadesi olmayan şu üç aylıkları bir alalım bakacağız artık…
- Anladık biz onu…

3 Mayıs 2007 Perşembe

SAĞ MI, SOL MU, MERKEZ Mİ? İLKBAHARCILAR, SONBAHARCILAR…

Kafamı yıllardır karıştırır, bir türlü çözemem.
Sağ sağdadır, sol solda, merkez ise tam ortadır bildiğim kadarıyla.
Peki, merkez sağ ve merkez sol nedir?

Sağın merkezinden ve solun merkezinden bahsedilecekse o zaman bu kavramlar radikal sağ ve radikal solu ifade etmelidir.
Sağın merkeze yakın olanı veya solun merkeze yakın olanından bahsedilecekse merkeze yakın sağ veya merkeze yakın sol denilmelidir.
Merkez sağ ve solun ortası ise makul olan o mudur?
Merkezi tanımlamak gerekir.

Peki, hangi parti merkeze kaç derece yakındır, merkezin tam olarak neresindedir?
Bunu neye göre derecelendirebiliriz?

Eğer merkez tanımlanabilirse –ki bu nasıl olacak bilmiyorum – merkezin sağı ve solu kabullenilebilir ama yine de merkez sağ ve merkez sol kavramlarının açıklanması imkânsız görünüyor.

O zaman merkezi kocaman bir daire olarak belirlersek bir de merkezin merkezi kavramı ortaya çıkıyor ki işler iyice çığırından çıkıyor.

Yok, ben bu işin altından kalkamayacağım galiba…



Eskiden ne güzeldi. Bir sağ vardı bir de sol.
Merkez bile yoktu. Sadece sağcıyım solcuyum dersen vardı merkez.
Merkeze götürürlerdi.
Sonrası malum.

Şimdi de götürüyorlar merkeze.
Bahar bayramı kutlamak isteyenler gidiyor mesela.

Hala birilerinin bu memleketi bölme çabaları sürüyor ya, ona yanarım.
Sağ sol bitti görünüyor, ne de olsa merkezleri var artık.
Korkarım bu sefer de ilkbaharcı sonbaharcı diye bölecekler bizi aman dikkat.

Bir sonraki süreçteki tanımları da şimdiden söyleyeyim size:
Merkez ilkbaharcılar, merkez sonbaharcılar.

Merkez yaz mı, kış mı siz bulun.
İster birleştirin, ister bölün…

HATİPLER, KÂTİPLER

İki farklı partinin grup toplantılarını izledik.
Birinde sadece genel başkanlarına yaranmak amaçlı “Türkiye seninle gurur duyuyor…” sloganları atılıyordu.
Diğerinde ise genel başkan değerlendirme yaparken bile zaman zaman sözü kesilip “Türkiye laiktir laik kalacak…”sloganları.
İşte bu noktada cemaat ile cemiyet arasındaki fark ortaya çıkıyor.

Particilik yapmak değil derdim lakin içinde bulunulan durumu beğenmeyenler –ki bu duruma sayelerinde geldik-, dünkü yazımda belirttiğim gibi çirkefleşmeye başladılar.

Nasıl mı?
Bir taraftan hiç inanmasalar da, ustalarından öğrendikleri meşhur “aspirini çikolata ile kaplar yuttururuz..” düşüncesiyle “Laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğuna inanmaktayız” deyip; diğer taraftan bu tanımın temel yapı taşı olan anayasayı uygulatmak ve uygulanmaması halinde gerekli yaptırımları hayata geçirmekle sorumlu Anayasa Mahkemesi’nin uygunsuzluk kararına “Demokrasiye atılmış bir kurşun…” ifadesini kullanarak.

Hatipler ve kâtiplerden oluşan bir cemaat grup toplantılarındaki sloganları ülkenin gerçeği zanneden bir yapı oluşturdu.
Kafalarını devekuşu misali soktukları topraktan çıkartıp biraz baksalar meydanlarda toplanmış halkı görecekler.
Gerçeklerin sadece kapalı kulisler ve parti grup toplantılarındaki şakşakçıların söyledikleriyle alakalı olmadığını anlayacaklar.

Güzel bir gelişme da solda. Birleşme umutları var görünüyor.
Hadi hayırlısı.

Bu süreç Türkiye için gerçekten önemli bir sınav.
Sistemin adam gibi oturması için bunun yaşanması gerekli miydi?
Yumurta kapıya sıkışmadan bu iş çözülemez miydi?
Bizim millet gariptir yaşamadan anlamaz.
Yaşanacak ve görülecek.
Nazım Hikmet’in şiirindeki gibi:

“Güzel günler göreceğiz çocuklar
Motorları maviliklere süreceğiz
Çocuklar inanın, inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz, güneşli günler”

Metin İMİR ustadan gelen bir anekdotu ve yorumu da sizlerle paylaşmak istiyorum:

BAYRAKÇI
29 Nisan Pazar günü Çağlayan'da yapılan miting, en çok bayrakçıların yüzünü güldürdü. İnanılmaz sayıda bayrak sattılar.Seda Soybay hanımefendi de böyle düşünerek bayrak aldığı adama takılmak istemiş ve;

— İktidara dua et... Onların sayesinde bol bol bayrak satıp para kazanıyorsun" demiş...

Bayrakçı öyle bir cevap vermiş ki Seda Hanım gözyaşları içinde kalmış:

— Ben vatanımı satmıyorum, vatanını sevenlere bayrak satıyorum. Üç kuruş kazanmak için vicdanını satanlara dua mua etmem. Ver bayrağımı geri!"

Yoksul bayrakçının bu sözleri, üç kuruşluk prim uğruna karşı karşıya olduğumuz tehlikeyi umursamayan tüm köşe yazarı, ekran bilmişi geçinen entel liboşlara, iktidar yalakalarına kapak olsun!

2 Mayıs 2007 Çarşamba

TAVUKGÖTÜ TÖVBE TUTMAZ…

Bu nasıl bir egodur anlayabilmiş değilim.
Bir insan hata yaptığını anlayamaz diyelim. Koskoca bir topluluk hata yaptığını nasıl anlamaz?

Yahu söylenen söylendi, yazılan yazıldı, çizilen çizildi.
İstenmiyorsunuz arkadaş dendi.
Hala yok beş artı beş olsun, yok şöyle edelim, yok böyle edelim.
Mahallenin sümüklü çocukları gibi, yakında istedikleri olmayınca çirkefleşecekler haberiniz olsun.

“Tavukgötü tövbe tutmaz…” diye bir laf var.
Efendim bunların tövbe ettikleri falan da yok ya.
İşleri güçleri kandıralım, uyutalım malı götürelim.
Tekrar söylüyorum, bunların bu ülkede bir kuruşları yok.
Tüm servetleri yurtdışında bankalarda duruyor. Bir uçakla çeker giderler.

En kolay sömürülecek şeyi de bulmuşlar.
“Allah korkusu…” en baba tabiriyle, bizim millet hiçbir şeyden korkmaz bir Allah’tan korkar,
Bu arkadaşlar da, tertemiz inançları emellerine alet etmek için taklalar atıyorlar.

Rahmetli babaannemin lafıydı: “Kabahat de ibadet de gizli yapılır…” derdi.
Öyle yetişmişlerdi çünkü.
O dönemlerde kimse kimsenin başıyla kıçıyla uğraşmıyordu çünkü.
Şimdi farklı söylemlerle yeni bayramlar moda.

Bir de “dindar” lafı çıktı ki değme gitsin.
Tekellerine almışlar dini sanki.
Kitap onların, peygamber onların.
Biz de dış kapının dış mandalı.
Çok merak ediyorum kaçı Kur-an’ı Kerim’in Arapça okunuşuyla değil de Türkçe anlamıyla ilgileniyor?
Kimin gece yarıları ellerini Ulu Yaratan’a açıp: “Kurtar bizi bu takkiyecilerden ya rab…” duaları ettiğini nereden biliyorlar?

Artık üç tane Nasrettin hoca fıkrasıyla siyaset şovu yapma dönemi bitti.
Bu gençler yemiyor beyler. Adam gibi memleket yönetmek isteyenler buyursun.
Birkaç gün sonra Çanakkale, sonra Manisa, sırasıyla İzmir ve tüm Türkiye…
Gümbür gümbür geliyor Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların torunları, dedelerinin kanına sahip çıkmaya.

Hukuksal doğrular belli, süreç belli.
Bir açığını bulur muyuz diye düşünenler yanılır.
Tarih tekkerürden ibarettir.
Ve Türk tarihinde böyle bir vaka vuku bulmamıştır.
Türk milleti aklıselim ile bu süreci atlatacaktır.
Rejimle problemleri olanlar kendilerine uyan rejimle yönetilen herhangi bir ülkeye gitmekte serbesttirler.
Kimsenin özel hayatı bizi ilgilendirmez.

Burası laik demokratik bir hukuk devleti olan TÜRKİYE CUMHURİYETİ’dir.
Adı da bellidir sanı da.
Tüm dünya da bunu böyle bilir.
Bilmek istemeyenlere de bugüne kadar bildirilmiştir.