27 Nisan 2007 Cuma

PADİŞAHIM ÇOK YAŞA

Bilirim, için titrer görmeyince yüzümü. Bilirim, sen daha bir güzel bakarsın bana herkesten. Herkesin nazarı değer de senin nazarın değmez bir de ahın tutmaz, süt hakkına. Bilirim ağlarsın gizli gizli de belli etmezsin. Hiç unutmam, ben askere giderken çok ağlamıştın da benim de yüreğimi sızlatmıştın be anam.

İşim gücüm çok bu aralar. Arayamıyorum seni farkındayım. Ev geçindirmek zor sen de bilirsin. Yıllarca bir babamın maaşıyla geçindirip evi, bir de bizi okuttunuz ya hala anlayabilmiş değilim nasıl yaptınız bu işi. Biz iki maaş zor geçiniyoruz. "Daha yıllar var büyümene, büyüyünce anlarsın..." dediğinden beri gerçekten yıllar geçti. Büyüdüm ama daha bir şey anlayamadım bu hayattan. Anlarım belki daha da büyüyünce. Umut değil miydi hep ekmek? Umutlarımız değil miydi bizi adam eden? Bir umuda bağlayıp tüm benliğimizi yaşamayı başardık bunca zaman. Kimi zaman gırtlağımıza dayandı bıçak, kimi zaman yağmur işlesin istedik iliklerimize kadar sıkıntılarımızdan kurtulabilmek için. Bağırdık, çağırdık sesimizi duyuramadık kimseye.

Geçenlerde yolun kenarında gencecik bir çocuk gördüm. Çöpleri karıştırıyordu. bir pideci kutusundan kalmış domatesleri çıkarıp yedi. Elim kolum tutuldu bir an. Koşa koşa kaçtı. Ben donup kaldım. Yanıma çağırıp iki kuruş verebilmek için bile konuşamadım. Gece rüyama girdi. Açlık adamı adam eder belki de, birileri bizim sırtımızdan geçinip baklava börek yerken nedir bu sefalet anlamıyorum. Bu ülkenin gerçeği açlık mı? İyilerin aç kalması mı? Dürüstlerin ezilmesi mi? "Çok siyasi yazılar yazma, alır götürürler..." demiştin. İnsanın yazası geliyor be anam. Birileri gerçekleri görsün diye, gencecik çocuklarının ölümüne ağlayan annelerin hayatını da yazmak gerekiyor. Yılmaz Odabaşı'nın bir yazısında okudum geçenlerde; bir yazarın işi karşı konulacak, eleştirilecek bir şey kalmayana kadar sürermiş. O kadar çok haksızlık var ki, o kadar çok mantıksızlık var ki savaşılacak. Bizim işimiz bitmez herhalde, belki bir ömür yetmez bu rezillikleri anlatmaya.

Ne kadar çok uçurum varmış meğerse bu ülkede anacığım. Kimileri kenarına mangal kurup keyfine bakıyor, kimileri dibinde boylu boyunca yatıyor; ya sevdası uğruna ya kişiliği. "Padişahım çok yaşa..." naraları bir zaman bu topraklarda atılırken aynı yalakalık sistemi, aynı çıkarcılık, aynı vurdum duymazlık, üç kuruş uğruna satılan kişilikler, yapış yapış öyle bir sinmiş ki havaya, her biri bir kürek iyilik atmış boşluğa. Uçup gitmiş iyilikler. Tüm iyilikler uçurumun ta dibinde yatıyor ya emekçileriyle ya da kader mahkumlarıyla koyun koyuna. Öyle bir sistem ki kendisinden başka her şeyi mahvediyor.

Telefonla sipariş edilen mutluluklar, uzaktan kumanda aşklar, kablosuz, kızıl ötesi ilişkiler yumağı. Mp3 formatında hayaller, wma idealler. Bir dosyadan diğer dosyaya hayat. Çaresiz teknoloji kurbanları, genetik soytarılar silsilesi. Padişahım çok yaşa...

Makaram sarı bağlar, halk söyler kendi ağlar. Çarşamba'yı sel aldı, çalıştım eller aldı. Benim sadık yarim yeşil dolardır. Türküler bile bozuldu ya sayende; padişahım çok yaşa.

Bu aralar padişahla aram iyi üzülme anne. Eskiden yazsan bunları asarlardı, o zaman da bunları yazabilmek yiğitlik isterdi belki. Ev geçindirmek yazı yazmaktan zor. Haydi şimdi de sen anlat bakalım; ev nasıl geçindirilirdi eskiden, nasıl sevdi babam seni, bu kadar aç çocuk var mıydı sizin gençliğinizde de? Yani değişti mi bir şeyler? Değişir mi? Umutlarımızı da mı attık yoksa aynı uçurumdan?

"Uçurum Hikayeleri"nden

Hiç yorum yok: